Kasım
sayımız çıktı

Osmanlılardan günümüze siyasetin dinî pencereleri…

DEVLET-TARİKAT İLİŞKİLERİ

Osmanlı Devleti’nde siyasetle tarikatların ilişkisi, daha kuruluş döneminde Osman Gazi’nin Şeyh Edebâli’yle yakınlaşması ve kızıyla evlenmesiyle başlamıştı. Cumhuriyet döneminde tekkelerin kapatılmasından sonra doğan boşluğu ise “cemaat” adı verilen tarikat benzeri yapılar doldurdu. Dünden bugüne siyasi iktidarların dinî yapılarla imtihanı.

Tekke kelimesinin kökü Farsça “tekye”den gelir. Derviş denen tasavvuf ehlinin mürşid denen şeyhin etrafında toplandığı yerlere tekke adı verilirdi. Her tekkenin zaman içinde oluşmuş bir yolu, erkânı ve adabı vardı ki bu yola kısaca “tarikat” denirdi.

Tasavvuf adını verdiğimiz İslâm mistisizmi, bir yanda Sün­nî İslâm şeriatının 8. yüzyılda ortaya çıkması, diğer yanda da siyasal yaşamın zorladığı bir dizi seçeneğin gerçek imana zarar verme olasılıklarına bir tepki biçiminde doğmuştu. Nitekim şeriat, biçimciliği ya da zahirî davranışı ön plana çıkarıyor, siyasal yaşam ise gerçek mü­minlerin ahlaken kabul edeme­yecekleri birçok edim ve eylemi sineye çekmeyi gerektirebili­yordu. Böylece birçok Müslüman gerçek imanı ve Tanrı sevgisini kendi içlerinde aramaya, dünya işlerinden olabildiğince uzak kalmaya yöneldi. Hakikatin pe­şinde tutulan bu bireysel yol, 11.- 13. yüzyılların istilalar, savaşlar, siyasal karışıklıklar ve istik­rarsızlıklar ortamında beliren tarikatlarla birlikte, toplumsal bir olgu haline geldi.

Karışıklık dönemine özgü toplumsallaşma ise beraberinde ister istemez siyasallaşmayı da getirdi. Bazı tarikatlar isyancı­lığa, bazıları ise kendi devletle­rini kurmaya yöneldi. Birçoğu ise süregiden bu karışıklıklar içinde görece küçük toplulukla­rını korumaya, onlara barışçıl bir düzen ahlakını aşılamaya yöneldi. Bu dönemin sonların­da Türkleşme ve İslâmlaşma süreçleri geniş çapta tamam­lanmış olan Anadolu, İlhanlılar döneminde artık barışa kavuş­muştu. Ancak, toplumsal istik­rarın sağlanması, tarikatların siyasallaşması olgusunun sonu olmadı. Toplum katında saygın­lıkları olan bu kurumlar, siyasal önderler tarafından kullanılma­ya çalışıldı ve kullanıldı. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin Şeyh Edebâli’yle yakınlaşması ve sonuçta kızıyla evlenmesidir.

Osmanlı beyleri, beylikten devlete geçiş sürecinde gerek din âlimleriyle gerekse şeyh­lerle iyi geçinmişler; onların tavsiyelerini almışlardı. Yine de stratejik kararlarda son söz her zaman devlet adamlarınındı.

Kapak_Dosyasi_3
15.yüzyılın başlarında yaşamış olan Bektaşî pirlerinden Kaygusuz Abdal

Devletin kuruluş evresi 1453’te İstanbul’un fethiyle tamamlandı ve hayati öneme sahip bu şehrin alınışı Türklerin bölgenin tek hakimi olduğunu da göstermiş oldu. Birbiri ardına elde edilen zaferler ve gerçek­leşen fetihlerle bir imparator­luk dönemi başlarken, bu güce erişmede orduyu, halkı manevi açıdan motive eden örgütler arasında Anadolu’nun ve Rume­li’nin her köşesindeki tekke ve zaviyelerdeki şeyhlerin de rolü vardı. Fuad Köprülü 1919’da yaz­dığı İlk Mutasavvıflar kitabında, Ömer Lütfi Barkan da 1942’de kaleme aldığı “İstila Devirlerin­de Kolonizatör Türk Dervişleri” makalesinde sözkonusu süreç­lerden ayrıntılarıyla bahseder.

Ancak fetihten sonra Ana­dolu’da onca tarikat ve tekke varken, uzunca bir zaman İstanbul’da bir tek tekkenin açılmaması düşündürücüdür. Fatih Sultan Mehmet, Molla Güranî, Molla Hüsrev ve Ak­şemseddin gibi devrinin en iyi hocalarından dersler almıştı. Devletin yeni başkentte ve yeni bir düzende yapılanması sürer­ken, ağırlık tekke-tarikat yerine medrese öğretimine verildi ve örneğin şehre ilk yerleşenler­den olan Fatih’in sevgili hocası Akşemseddin bile burada kısa bir süre kaldıktan sonra Göy­nük’e göçtü ve orada vefat etti. Bu dönemde daha çok seyyah dervişlere rastlandı. Yine devrin ileri gelenlerinden Molla İlahî de, Fatih’in baskın politikasın­dan çekinerek hacca gitmiş, bir tür “gönüllü sürgün” olan haccı 40 yıl sürmüş, İstanbul’a ancak padişahın vefatından sonra dönebilmişti.

Yeni başkentte ilk tekkelerin açılması için 2. Bayezıt’ın 1481’de tahta çıkması beklenecek, şeh­rin önemli tasavvuf ocakların­dan olan Kocamustafapaşa Tek­kesi ile şehrin ilk mevlevihanesi olan Kulekapısı (Galata) Mevle­vihânesi bu dönemde açılacaktı. Tarikatların devlet kontrolüne girmesi de bu dönemde gerçek­leşmişti. Tekkelerin faaliyetleri yakından takip edildiği gibi, yeni bir tekkenin kuruluşu, kimler tarafından desteklendiği, para kaynakları da izleniyordu.

Kadı, müderris, vaiz ve âlim yetiştiren medreselerle, hayatı tasavvufi merkeze odaklayan tekkeler yüzyıllar boyu büyük bir çekişmenin tarafları oldu. Bu çekişme genellikle devlet gücü­nü arkasına alan medreselilerin lehine sonuçlanmış olsa da, tekkeler asırlarca ayakta kala­bilmeyi başarmıştı. Bu başarı­da halkın ve ordunun desteği önemli rol oynamıştı.

Osmanlı toplumunda tekke­ler sosyal hayatın farklı alanla­rıyla da ilişki kurmuştu. Tekke şeyhlerinin çoğu devletin üst kademesinde görev alanlarla sıcak ilişkiler içindeydi. Ahi tek­keleri ve fütüvvet teşkilatı aracı­lığıyla iktisadî hayatla içiçe olan tasavvufî kültür, Bektaşî-Yeni­çeri ilişkileri sebebiyle ordu ile tarikat “etle tırnak” gibiydi.

Osmanlı döneminde tari­kat-siyaset ilişkisi denilince akla gelen ilk örneklerden biri Pa­dişah 1. Ahmet ile Celvetî şeyhi Aziz Mahmut Hüdai Efendi’nin yakınlıklarıdır. Aziz Mahmut Hüdai, Saray’ın gözünde büyük itibara sahipti. 1. Ahmet devrin­de Osmanlı sularında sadece İngilizler ve Fransızlar kendi bayraklarıyla ticaret yapabi­liyorlardı. Diğer devletlerin gemilerinin ticaret yapabilmesi için de bu iki ülkenin bayrağını çekmeleri gerekliydi. Hollan­dalı diplomat Cornellius Haga, İngiliz ve Fransızlara boyun bükmekten bıkmış, yetkililerle yaptığı görüşmelerde de kendi bayrağıyla ticaret yapma imti­yazını koparamamıştı. Sonunda 1615’te Üsküdar’daki tekkeye girmenin bir yolunu buldu ve maruzatını padişahın sevdiği ve saydığı şeyh efendiye anlatmayı başardı. Üsküdar’daki dergahtan saraya yollanan yazı ve sözlü arabuluculuk girişiminin ardın­dan, Hollanda sancağı taşıyan gemilere de Osmanlı sularında ticaret izni verildi.

Kapak_Dosyasi_4
Yeniçeri Ocağı kaldırıldığında Bektaşî tekkeleri de kapatılarak bazıları yıktırılmış, çoğu ise Nakşîbendîliğe geçmişti. Tekkenin son şeyhlerinden Nafî Baba İstanbullular tarafından sevilen ve sayılan bir Bektaşî büyüğüydü.

Osman Gazi-Şeyh Edebâli ilişkisinden hatırlanacağı üzere, daha başlangıcında siyaset-ta­rikat işbirliği olan Osmanlı Devleti’nin tarihi aynı minvalde sürmüştür. Hatta bu nedenle bazı yorumcular, biraz abartılı bir biçimde olsa da, tarikatların modernlik öncesi Osmanlı Dev­leti’nde siyasal partilerinkine benzer işlevleri olduğunu öne sürmüştür. Nitekim taşrada vali olan şehzadeler, tahta çıktık­larında hocalarını, lalalarını ve itimat ettikleri diğer kişileri önemli mevkilere getirirlerdi. Bunlar arasında çoğu zaman ta­rikat mensupları, hatta şeyhleri bulunduğundan, devlet memur­luklarında da değişiklikler olur, birçok görev o tarikat ehline verilirdi. Bu da tarikatlar ara­sında rekabete ve çekişmelere neden olurdu. Bilinen en önemli rekabetlerden biri de, padişah­ların tahta çıktıklarında Eyüp’te yapılan törende yeni padişaha kılıcını Mevlevîler’in mi, yoksa Nakşibendîler’in mi kuşatacağı­na ilişkin olanıdır. Tabii cami­lerin ve medreselerin de hangi tarikatça yönetilip yönetilmeye­ceği “iç siyaset” açısından önem­li bir meseleydi.

19. yüzyılın ilk yarısında tekkelerde genel bir bozulma­dan sözetmek mümkündür. Asli işlevini yitiren tekkelerin bir çatı altında toplanması ve tek bir merkezin kontrolünde bulundurulması için devlet bu dönemde çalışma başlattı ve Tanzimat Fermanı’nın ilanından 27 yıl sonra 1866’da tekkeler­deki bozulmanın önünü alabil­mek, kontrollerini sağlamak için Meclis-i Meşayih kuruldu. Bu Meclis son şeklini 1916’da yapılan düzenlemeyle almış ve tekkelere tanınan pek çok ay­rıcalığa son vererek tarikatları ulemanın kontrolüne bırakmış­tı. Böylelikle tarikatlar bütün ayrıcalıklarını ve muafiyetlerini kaybettiler.

Cumhuriyetin ilanının ar­dından 1925’te yürürlüğe giren kanun uyarınca Türkiye gene­linde faaliyet gösteren bütün tekkelerin kapatılması kararı alındı. Bu karar, bazı yorum­cularca bir laiklik önlemi ya da tarikatların varlığına son verme çabası biçiminde, yanlış değer­lendirilmiştir. Rejimin bu yolla yapmak istediği, tıpkı 12 Eylül rejiminin dernekleri kapatmak­la gerçekleştirmeye çalıştığı şey, yani toplantı özgürlüğünü kısıtlamaktı. Yoksa tarikatları yasaklamak ya da bitirmek gibi radikal bir girişim değildi.

Diğer yandan tekkelerin kapatılmaları büyük bir şo­kun yaşanmasına ve boşluğun doğmasına sebep olmuştu. Bu boşluk özellikle merkezden uzak kentlerde şekillenen cema­atler eliyle dolduruldu. İslâmî literatürde başka anlamlarda kullanılan “cemaat” kavramı ilk defa tarikat benzeri bir hareketi isimlendiriyordu. 1920’lerin sonunda şekillenmeye başlayan ve 1946-1950 döneminden sonra ortaya çıkan bu oluşumlar, uygulamaları ve örgütlenme yapıları açısından tarikatlardan farklıydı.

Kapak_Dosyasi_5
İstanbul’un en eski tekkelerinden olan Kâdirî Âsitânesi’nin İstanbul-Tophane’deki bir toplantısından.

1946 seçimlerinden sonra “cemaat” deyimi duyulmaya başlandığı gibi gayriresmi yak­laşımlarla da devletle uzlaşma çözümleri aranır oldu. Bu yeni süreçte ilk başarıyı Mevlevîler elde etti ve bir tarikattan çok sembolik bir kültür topluluğu haline gelmeyi önemsedi. De­mokrat Parti yöneticileri ile ters düşse de mücadelesinden vaz­geçmeyen Said-i Nursî risalele­riyle; devletle pasif mücadeleye girerek çalışmalarını yeraltında yürüten ve Süleyman Hilmi Tunahan’ın önderliğinde şekil­lenen Süleymancılık akımı ise cumhuriyet döneminde Kur’an-ı Kerim’in unutturulduğu endişe­siyle yıllarca hafız yetiştirerek İslâmi bilimlerin yayılmasına çalışmışlardı. 1970’lerde hayli güçlenen Süleymancılar sonraki yıllarda güç kaybedecekti.

Cemaatler tarikatlara göre çok daha esnek, müdavimlerin kolaylıkla devam edebilecekleri yapılanmalardı. Tekkelerde gö­rülen zikirlerin ve ağır ritüel­lerin yerini belirli periyodlarla tekrarlanan sohbetler almıştı. Bir başka farklılık da şuydu: Osmanlı Devleti’nin tekke ve tarikatları tanımasına karşı­lık Cumhuriyet Türkiyesi’nde yapılanan cemaatler resmen tanınmadıkları için ortaya çı­kışlarından itibaren kontroldışı gruplar oldular.

Tekkeler vakıf gelirleri ile ayakta dururken cemaatler ekonomik faaliyetlere de yöne­lerek şirketler kurdular, medya aracılığıyla seslerini duyurmaya başladılar. Zenginlerden alınan bağışlar, toplanan zekat para­ları, kurban derileri, açılan okul­lardan elde edilen gelirler gibi kaynaklar edindiler. Halbuki tekkelerde böyle bir yapılanma tarihin hiçbir döneminde sözkonusu değildi.

Kapak_Dosyasi_Kutu1c

TİCÂNİLER

Cemaat bahane, ticaret şahane

Türkiye’de 1946’dan sonra kendini gösteren ve “cemaat” olarak adlan­dırılan tarikat benzeri yapılardan birisi de Ticâniler’di. Kendilerini, Cezayir’de 18. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkan Ti­câniyye tarikatının takipçisi olarak tanım­lıyorlardı. Kemal Pilavoğlu adlı kişi 1930’lu yıllarda Ticâniyye şeyhi olduğu iddiasıyla ortaya çıkmış ve gizli faaliyetler yürütüp topladığı müritlerle güç kazanmıştı. Hukuk eğitimini yarıda bırakan Pilavoğlu, Anka­ra’da kitapçılık yapıyordu.

Kamuoyu Ticânileri 1949’da TBMM’de yaptıkları Arapça ezan okuma eylemiy­le tanıdı. 1951’de ise Türkiye’nin dörtbir yanındaki 47 Atatürk heykeliyle büstünü tahrip ederek gündeme geldiler. Heykel­lere saldırılar infial yaratınca, Demokrat Parti iktidarı Temmuz 1951’de Atatürk’ü Koruma Kanunu’nu çıkardı. Atatürk heykellerine zarar verenlere 10 yıla kadar hapis cezası öngören kanunun çıkmasıyla birlikte saldırılar kesildi.

Kapak_Dosyasi_Kutu1a
Kapak_Dosyasi_Kutu1b
1951’in yaz aylarında Ticânilere yönelik operasyonlarda 280 kişi cumhuriyet aleyhine faaliyetlerde bulunmaktan yargılanmıştı.

Meclis’te kanun görüşmeleri sürerken Kemal Pilavoğlu ve 280 müridi cumhuri­yet aleyhine faaliyetlerde bulunmaktan tutuklanmıştı. 7.5 yıl hapis ve 5 yıl sürgün cezasına çarptırılan Pilavoğlu 1958’de hapisten çıkınca Bozcaada’ya sürgüne gönderildi. Burada ilk iş olarak şaraplık üzüm yetiştirilen araziler satın alıp pek­mez üreterek şarapçılığın önünü kesmeye çalıştı. Bunun dışında hayvancılık yaptı; bakkal, kasap ve fırın açtı; inşaat işine girdi. Karın tokluğuna çalıştırdığı yüzlerce müridi sayesinde adanın ticaretini ele geçiren Pilavoğlu, kısa sürede 172 parça gayrimenkulün sahibi olmuştu.

İşleri iyi gidince sürgün cezası bittikten sonra da adada kalan Pilavoğlu, hedefini “Bozcaada’yı Müslüman olmayanların gi­remeyeceği bir turizm adasına çevirmek” diye açıklıyordu. Ancak, 1973’te karısının ihbarıyla yapılan baskında 3 erkek çocuk­la uygunsuz vaziyette yakalanınca işler değişti. Yakalandıktan sonra, çocukken Pilavoğlu tarafından istismar edildiğini söyleyen başka müritler de ortaya çıkıp ifade verdiler. Tutuklanıp cezaevine konulan ve büyük prestij kaybına uğrayan Pilavoğlu’nun müritleri başka cemaatlere yönelmişti. Pilavoğlu, yargılanmasının sürdüğü 1977’de ölünce Türkiye’de Ticâ­nilik de tarihe karıştı.

Murat Toklucu