Osmanlı Devleti’nde siyasetle tarikatların ilişkisi, daha kuruluş döneminde Osman Gazi’nin Şeyh Edebâli’yle yakınlaşması ve kızıyla evlenmesiyle başlamıştı. Cumhuriyet döneminde tekkelerin kapatılmasından sonra doğan boşluğu ise “cemaat” adı verilen tarikat benzeri yapılar doldurdu. Dünden bugüne siyasi iktidarların dinî yapılarla imtihanı.
Tekke kelimesinin kökü Farsça “tekye”den gelir. Derviş denen tasavvuf ehlinin mürşid denen şeyhin etrafında toplandığı yerlere tekke adı verilirdi. Her tekkenin zaman içinde oluşmuş bir yolu, erkânı ve adabı vardı ki bu yola kısaca “tarikat” denirdi.
Tasavvuf adını verdiğimiz İslâm mistisizmi, bir yanda Sünnî İslâm şeriatının 8. yüzyılda ortaya çıkması, diğer yanda da siyasal yaşamın zorladığı bir dizi seçeneğin gerçek imana zarar verme olasılıklarına bir tepki biçiminde doğmuştu. Nitekim şeriat, biçimciliği ya da zahirî davranışı ön plana çıkarıyor, siyasal yaşam ise gerçek müminlerin ahlaken kabul edemeyecekleri birçok edim ve eylemi sineye çekmeyi gerektirebiliyordu. Böylece birçok Müslüman gerçek imanı ve Tanrı sevgisini kendi içlerinde aramaya, dünya işlerinden olabildiğince uzak kalmaya yöneldi. Hakikatin peşinde tutulan bu bireysel yol, 11.- 13. yüzyılların istilalar, savaşlar, siyasal karışıklıklar ve istikrarsızlıklar ortamında beliren tarikatlarla birlikte, toplumsal bir olgu haline geldi.
Karışıklık dönemine özgü toplumsallaşma ise beraberinde ister istemez siyasallaşmayı da getirdi. Bazı tarikatlar isyancılığa, bazıları ise kendi devletlerini kurmaya yöneldi. Birçoğu ise süregiden bu karışıklıklar içinde görece küçük topluluklarını korumaya, onlara barışçıl bir düzen ahlakını aşılamaya yöneldi. Bu dönemin sonlarında Türkleşme ve İslâmlaşma süreçleri geniş çapta tamamlanmış olan Anadolu, İlhanlılar döneminde artık barışa kavuşmuştu. Ancak, toplumsal istikrarın sağlanması, tarikatların siyasallaşması olgusunun sonu olmadı. Toplum katında saygınlıkları olan bu kurumlar, siyasal önderler tarafından kullanılmaya çalışıldı ve kullanıldı. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin Şeyh Edebâli’yle yakınlaşması ve sonuçta kızıyla evlenmesidir.
Osmanlı beyleri, beylikten devlete geçiş sürecinde gerek din âlimleriyle gerekse şeyhlerle iyi geçinmişler; onların tavsiyelerini almışlardı. Yine de stratejik kararlarda son söz her zaman devlet adamlarınındı.
Devletin kuruluş evresi 1453’te İstanbul’un fethiyle tamamlandı ve hayati öneme sahip bu şehrin alınışı Türklerin bölgenin tek hakimi olduğunu da göstermiş oldu. Birbiri ardına elde edilen zaferler ve gerçekleşen fetihlerle bir imparatorluk dönemi başlarken, bu güce erişmede orduyu, halkı manevi açıdan motive eden örgütler arasında Anadolu’nun ve Rumeli’nin her köşesindeki tekke ve zaviyelerdeki şeyhlerin de rolü vardı. Fuad Köprülü 1919’da yazdığı İlk Mutasavvıflar kitabında, Ömer Lütfi Barkan da 1942’de kaleme aldığı “İstila Devirlerinde Kolonizatör Türk Dervişleri” makalesinde sözkonusu süreçlerden ayrıntılarıyla bahseder.
Ancak fetihten sonra Anadolu’da onca tarikat ve tekke varken, uzunca bir zaman İstanbul’da bir tek tekkenin açılmaması düşündürücüdür. Fatih Sultan Mehmet, Molla Güranî, Molla Hüsrev ve Akşemseddin gibi devrinin en iyi hocalarından dersler almıştı. Devletin yeni başkentte ve yeni bir düzende yapılanması sürerken, ağırlık tekke-tarikat yerine medrese öğretimine verildi ve örneğin şehre ilk yerleşenlerden olan Fatih’in sevgili hocası Akşemseddin bile burada kısa bir süre kaldıktan sonra Göynük’e göçtü ve orada vefat etti. Bu dönemde daha çok seyyah dervişlere rastlandı. Yine devrin ileri gelenlerinden Molla İlahî de, Fatih’in baskın politikasından çekinerek hacca gitmiş, bir tür “gönüllü sürgün” olan haccı 40 yıl sürmüş, İstanbul’a ancak padişahın vefatından sonra dönebilmişti.
Yeni başkentte ilk tekkelerin açılması için 2. Bayezıt’ın 1481’de tahta çıkması beklenecek, şehrin önemli tasavvuf ocaklarından olan Kocamustafapaşa Tekkesi ile şehrin ilk mevlevihanesi olan Kulekapısı (Galata) Mevlevihânesi bu dönemde açılacaktı. Tarikatların devlet kontrolüne girmesi de bu dönemde gerçekleşmişti. Tekkelerin faaliyetleri yakından takip edildiği gibi, yeni bir tekkenin kuruluşu, kimler tarafından desteklendiği, para kaynakları da izleniyordu.
Kadı, müderris, vaiz ve âlim yetiştiren medreselerle, hayatı tasavvufi merkeze odaklayan tekkeler yüzyıllar boyu büyük bir çekişmenin tarafları oldu. Bu çekişme genellikle devlet gücünü arkasına alan medreselilerin lehine sonuçlanmış olsa da, tekkeler asırlarca ayakta kalabilmeyi başarmıştı. Bu başarıda halkın ve ordunun desteği önemli rol oynamıştı.
Osmanlı toplumunda tekkeler sosyal hayatın farklı alanlarıyla da ilişki kurmuştu. Tekke şeyhlerinin çoğu devletin üst kademesinde görev alanlarla sıcak ilişkiler içindeydi. Ahi tekkeleri ve fütüvvet teşkilatı aracılığıyla iktisadî hayatla içiçe olan tasavvufî kültür, Bektaşî-Yeniçeri ilişkileri sebebiyle ordu ile tarikat “etle tırnak” gibiydi.
Osmanlı döneminde tarikat-siyaset ilişkisi denilince akla gelen ilk örneklerden biri Padişah 1. Ahmet ile Celvetî şeyhi Aziz Mahmut Hüdai Efendi’nin yakınlıklarıdır. Aziz Mahmut Hüdai, Saray’ın gözünde büyük itibara sahipti. 1. Ahmet devrinde Osmanlı sularında sadece İngilizler ve Fransızlar kendi bayraklarıyla ticaret yapabiliyorlardı. Diğer devletlerin gemilerinin ticaret yapabilmesi için de bu iki ülkenin bayrağını çekmeleri gerekliydi. Hollandalı diplomat Cornellius Haga, İngiliz ve Fransızlara boyun bükmekten bıkmış, yetkililerle yaptığı görüşmelerde de kendi bayrağıyla ticaret yapma imtiyazını koparamamıştı. Sonunda 1615’te Üsküdar’daki tekkeye girmenin bir yolunu buldu ve maruzatını padişahın sevdiği ve saydığı şeyh efendiye anlatmayı başardı. Üsküdar’daki dergahtan saraya yollanan yazı ve sözlü arabuluculuk girişiminin ardından, Hollanda sancağı taşıyan gemilere de Osmanlı sularında ticaret izni verildi.
Osman Gazi-Şeyh Edebâli ilişkisinden hatırlanacağı üzere, daha başlangıcında siyaset-tarikat işbirliği olan Osmanlı Devleti’nin tarihi aynı minvalde sürmüştür. Hatta bu nedenle bazı yorumcular, biraz abartılı bir biçimde olsa da, tarikatların modernlik öncesi Osmanlı Devleti’nde siyasal partilerinkine benzer işlevleri olduğunu öne sürmüştür. Nitekim taşrada vali olan şehzadeler, tahta çıktıklarında hocalarını, lalalarını ve itimat ettikleri diğer kişileri önemli mevkilere getirirlerdi. Bunlar arasında çoğu zaman tarikat mensupları, hatta şeyhleri bulunduğundan, devlet memurluklarında da değişiklikler olur, birçok görev o tarikat ehline verilirdi. Bu da tarikatlar arasında rekabete ve çekişmelere neden olurdu. Bilinen en önemli rekabetlerden biri de, padişahların tahta çıktıklarında Eyüp’te yapılan törende yeni padişaha kılıcını Mevlevîler’in mi, yoksa Nakşibendîler’in mi kuşatacağına ilişkin olanıdır. Tabii camilerin ve medreselerin de hangi tarikatça yönetilip yönetilmeyeceği “iç siyaset” açısından önemli bir meseleydi.
19. yüzyılın ilk yarısında tekkelerde genel bir bozulmadan sözetmek mümkündür. Asli işlevini yitiren tekkelerin bir çatı altında toplanması ve tek bir merkezin kontrolünde bulundurulması için devlet bu dönemde çalışma başlattı ve Tanzimat Fermanı’nın ilanından 27 yıl sonra 1866’da tekkelerdeki bozulmanın önünü alabilmek, kontrollerini sağlamak için Meclis-i Meşayih kuruldu. Bu Meclis son şeklini 1916’da yapılan düzenlemeyle almış ve tekkelere tanınan pek çok ayrıcalığa son vererek tarikatları ulemanın kontrolüne bırakmıştı. Böylelikle tarikatlar bütün ayrıcalıklarını ve muafiyetlerini kaybettiler.
Cumhuriyetin ilanının ardından 1925’te yürürlüğe giren kanun uyarınca Türkiye genelinde faaliyet gösteren bütün tekkelerin kapatılması kararı alındı. Bu karar, bazı yorumcularca bir laiklik önlemi ya da tarikatların varlığına son verme çabası biçiminde, yanlış değerlendirilmiştir. Rejimin bu yolla yapmak istediği, tıpkı 12 Eylül rejiminin dernekleri kapatmakla gerçekleştirmeye çalıştığı şey, yani toplantı özgürlüğünü kısıtlamaktı. Yoksa tarikatları yasaklamak ya da bitirmek gibi radikal bir girişim değildi.
Diğer yandan tekkelerin kapatılmaları büyük bir şokun yaşanmasına ve boşluğun doğmasına sebep olmuştu. Bu boşluk özellikle merkezden uzak kentlerde şekillenen cemaatler eliyle dolduruldu. İslâmî literatürde başka anlamlarda kullanılan “cemaat” kavramı ilk defa tarikat benzeri bir hareketi isimlendiriyordu. 1920’lerin sonunda şekillenmeye başlayan ve 1946-1950 döneminden sonra ortaya çıkan bu oluşumlar, uygulamaları ve örgütlenme yapıları açısından tarikatlardan farklıydı.
1946 seçimlerinden sonra “cemaat” deyimi duyulmaya başlandığı gibi gayriresmi yaklaşımlarla da devletle uzlaşma çözümleri aranır oldu. Bu yeni süreçte ilk başarıyı Mevlevîler elde etti ve bir tarikattan çok sembolik bir kültür topluluğu haline gelmeyi önemsedi. Demokrat Parti yöneticileri ile ters düşse de mücadelesinden vazgeçmeyen Said-i Nursî risaleleriyle; devletle pasif mücadeleye girerek çalışmalarını yeraltında yürüten ve Süleyman Hilmi Tunahan’ın önderliğinde şekillenen Süleymancılık akımı ise cumhuriyet döneminde Kur’an-ı Kerim’in unutturulduğu endişesiyle yıllarca hafız yetiştirerek İslâmi bilimlerin yayılmasına çalışmışlardı. 1970’lerde hayli güçlenen Süleymancılar sonraki yıllarda güç kaybedecekti.
Cemaatler tarikatlara göre çok daha esnek, müdavimlerin kolaylıkla devam edebilecekleri yapılanmalardı. Tekkelerde görülen zikirlerin ve ağır ritüellerin yerini belirli periyodlarla tekrarlanan sohbetler almıştı. Bir başka farklılık da şuydu: Osmanlı Devleti’nin tekke ve tarikatları tanımasına karşılık Cumhuriyet Türkiyesi’nde yapılanan cemaatler resmen tanınmadıkları için ortaya çıkışlarından itibaren kontroldışı gruplar oldular.
Tekkeler vakıf gelirleri ile ayakta dururken cemaatler ekonomik faaliyetlere de yönelerek şirketler kurdular, medya aracılığıyla seslerini duyurmaya başladılar. Zenginlerden alınan bağışlar, toplanan zekat paraları, kurban derileri, açılan okullardan elde edilen gelirler gibi kaynaklar edindiler. Halbuki tekkelerde böyle bir yapılanma tarihin hiçbir döneminde sözkonusu değildi.
TİCÂNİLER
Cemaat bahane, ticaret şahane
Türkiye’de 1946’dan sonra kendini gösteren ve “cemaat” olarak adlandırılan tarikat benzeri yapılardan birisi de Ticâniler’di. Kendilerini, Cezayir’de 18. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkan Ticâniyye tarikatının takipçisi olarak tanımlıyorlardı. Kemal Pilavoğlu adlı kişi 1930’lu yıllarda Ticâniyye şeyhi olduğu iddiasıyla ortaya çıkmış ve gizli faaliyetler yürütüp topladığı müritlerle güç kazanmıştı. Hukuk eğitimini yarıda bırakan Pilavoğlu, Ankara’da kitapçılık yapıyordu.
Kamuoyu Ticânileri 1949’da TBMM’de yaptıkları Arapça ezan okuma eylemiyle tanıdı. 1951’de ise Türkiye’nin dörtbir yanındaki 47 Atatürk heykeliyle büstünü tahrip ederek gündeme geldiler. Heykellere saldırılar infial yaratınca, Demokrat Parti iktidarı Temmuz 1951’de Atatürk’ü Koruma Kanunu’nu çıkardı. Atatürk heykellerine zarar verenlere 10 yıla kadar hapis cezası öngören kanunun çıkmasıyla birlikte saldırılar kesildi.
Meclis’te kanun görüşmeleri sürerken Kemal Pilavoğlu ve 280 müridi cumhuriyet aleyhine faaliyetlerde bulunmaktan tutuklanmıştı. 7.5 yıl hapis ve 5 yıl sürgün cezasına çarptırılan Pilavoğlu 1958’de hapisten çıkınca Bozcaada’ya sürgüne gönderildi. Burada ilk iş olarak şaraplık üzüm yetiştirilen araziler satın alıp pekmez üreterek şarapçılığın önünü kesmeye çalıştı. Bunun dışında hayvancılık yaptı; bakkal, kasap ve fırın açtı; inşaat işine girdi. Karın tokluğuna çalıştırdığı yüzlerce müridi sayesinde adanın ticaretini ele geçiren Pilavoğlu, kısa sürede 172 parça gayrimenkulün sahibi olmuştu.
İşleri iyi gidince sürgün cezası bittikten sonra da adada kalan Pilavoğlu, hedefini “Bozcaada’yı Müslüman olmayanların giremeyeceği bir turizm adasına çevirmek” diye açıklıyordu. Ancak, 1973’te karısının ihbarıyla yapılan baskında 3 erkek çocukla uygunsuz vaziyette yakalanınca işler değişti. Yakalandıktan sonra, çocukken Pilavoğlu tarafından istismar edildiğini söyleyen başka müritler de ortaya çıkıp ifade verdiler. Tutuklanıp cezaevine konulan ve büyük prestij kaybına uğrayan Pilavoğlu’nun müritleri başka cemaatlere yönelmişti. Pilavoğlu, yargılanmasının sürdüğü 1977’de ölünce Türkiye’de Ticânilik de tarihe karıştı.
Murat Toklucu