Saltanatın kaldırılması, Ankara çevrelerinde Mudanya Bırakışması’nın imzalanmasından bile önce kabul görmüştü. Saltanatı kaldırıp halifeyi zayıf bir devlet başkanı yapma formülü ise, 19 Temmuz 1922 tarihiyle İzmir’in kurtuluşu arasında geçen 1.5 aylık sürede Mustafa Kemal Paşa tarafından geliştirilecekti.
Yeni Türkiye Devleti’nin kurulması yolunda atılan ilk önemli adım, 1. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) 1 Kasım 1922 gecesinde saltanatı kaldırmasıdır. Bu önemli gelişmenin uzun zamandan beri oluşmuş bir nedeni bulunduğu gibi, Anadolu Savaşı’nın son safhasına yaklaşılırken Mustafa Kemal Paşa’nın geliştirdiği bir siyasal stratejinin de belirleyici olduğunu söyleyebiliriz.
Saltanatın kaldırılmasında belki de en önemli neden, Sultan 6. Mehmet Vahdettin’in 1909’da yapılan anayasa değişiklikleriyle ortaya çıkan devlet sistemine karşı olmasıdır. Bilindiği gibi 22 Ağustos 1909’da yürürlüğe giren anayasa değişiklikleri, Osmanlı Devleti’ni, Büyük Britanya veya İskandinavya krallıkları gibi parlamento üstünlüğü olan bir monarşiye dönüştürmüştü. Anayasa hukuku diliyle söylenecek olursa, Osmanlı hükümdarı hüküm sürüyor, ama artık hükümet edemiyordu. Vahdettin Efendi 1916’da veliaht olduğunda, Alman İmparatorluğu’ndaki gibi hükümdarı halk oyuyla seçilmiş meclisin önüne geçiren bir düzenden yanaydı. Dolayısıyla, iktidardaki İttihat ve Terakki yöneticileri Vahdettin’in tahta geçmesine engel olmanın yollarını aramaya başladı. Bu aşamada küçük bir azınlık tarafından dile getirilen çözüm yolu cumhuriyetti. Büyük çoğunluk ise, Osmanlı veraset sistemini değiştirmekten ve sonuç olarak 5. Mehmet Reşat’ın büyük oğlunu veliaht yapmaktan yanaydı. Ancak, bu konuya ilişkin bir anayasa değişikliği yapmak savaş zamanında mümkün olmadığı için konu savaş sonuna bırakıldı; Sultan Reşat da savaş bitmeden önce vefat edince Vahdettin Efendi tahta geçti.
Sultan Vahdettin, gerek Ahmet İzzet (Furgaç) Paşa Hükümeti, gerekse de Ahmet Tevfik (Okday) Paşa Hükümeti sırasında Bakanların seçimine karışarak Anayasa’ya pek saygısı olmadığını göstermişti. 21 Aralık 1918’de Meclis-i Mebusan’ı feshettikten sonra ise seçim çağrısı yapmadığı gibi, 4 Ocak 1919’da milletvekili seçimlerinin barışın yapılmasından sonraya bırakıldığını ilan ettirerek anayasal düzene son vermiş oldu. Zira bu duruma göre barış görüşmeleri, meclis denetimi olmadan yapılacaktı. Gerçi bu durum, Sivas Kongresi ertesinde “Damat” Ferit Paşa Hükümeti’nin istifa etmek zorunda kalması üzerine, sadece 9 ay sürdü. Sultan, Anadolu’da oluşmuş Müdafaa-i Hukuk hareketi karşısında “Damat” Ferit Paşa’yla aynı görüşte olmadığını göstermek zorunda kaldığı için, 7 Ekim 1919’da seçim çağrısı yaptırttı. Buna karşın, toplanan son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın Britanyalılarca çalışamaz hâle getirilmesine de ses çıkarmadı. Ankara’da kurulan Büyük Millet Meclisi’ni (BMM) ise kanun dışı ilan ederek, başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere birçok tanınmış vatanseveri ölüm cezasına çarptırdı.
Ankara’da örgütlenerek Misâk-ı Millî sınırları içinde bağımsız bir Türkiye sağlamak için çalışanların varoluş nedeni bir tek bu amaç değildi tabii. Önemli bir diğer amaç ise 1909 Anayasa değişiklikleriyle ortaya çıkmış olan meşrutiyet rejiminin, yani meclis üstünlüğü ilkesinin yeniden yürürlüğe konmasıydı. Ancak bu, Vahdettin’in sultan olmadığı bir meşrutiyet olacaktı. Millî Mücadele’yi gerçekleştiren nesil için Sultan Vahdettin’i tahttan indirmek hiç de zor olmazdı, zira bu nesil daha 10 yıl önce Sultan 2. Abdülhamit’i tahttan indirmişti. Kaldı ki, askerî zaferin kazanılması halinde Ankara’daki yönetimin toplum katındaki meşruluğu hiç tartışma götürmeyecek boyutlara ulaşmış olacak, bu da sözkonusu yönetime büyük bir hareket özgürlüğü sağlayacaktı. Öte yandan, Anadolu hareketine Sultan Vahdettin gibi sert davranılmasını açıkça eleştirmiş olan Veliaht Abdülmecit Efendi, taht için gayet uygun bir adaydı.
Bu aşamaya kadar görülenlerden yola çıkılarak, saltanat kurumuna ilişkin sabrı artık taşmış, dolayısıyla da cumhuriyet yönetimine geçmeyi ciddi olarak isteyen bireylerin sayısının arttığı kolaylıkla söylenebilir. Elimizdeki anı kitapları ve daha Anadolu Savaşı zaferle sonuçlanmadan önce üretilmiş birçok metin bu görüşü haklı kılıyor. Ancak bu çevrelerin henüz çoğunlukta olmadıkları da kesindir. Ayrıca, her ne kadar Mustafa Kemal Paşa ve yakın çevresindeki birçok kişi cumhuriyet yanlısı idiyseler de Rauf (Orbay) Bey, Refet (Bele) Paşa ve Kâzım Karabekir Paşa gibi birçok Millî Mücadele kahramanı da saltanat ve hilafetten vazgeçilmesine kesinlikle karşıydılar. Rauf Bey ve Refet Paşa, Ali Fuat Paşa’nın anılarından anlaşıldığı kadarıyla 19 Temmuz 1922 akşamı Refet Paşa’nın evinde yapılan bir toplantıda bu görüşlerini Mustafa Kemal Paşa’ya gayet açık bir dille aktarmışlardı. Ne var ki elimizdeki veriler, Büyük Taarruz’dan sonra bu görüşte ilginç bir değişiklik olduğunu gösteriyor.
TBMM ordusunun İzmir’e girişinden 3 gün sonra, Daily Mail gazetesinin muhabiri George Ward Price’a verdiği bir demeçte Mustafa Kemal Paşa, “Türklerin İstanbul’da daimî bir halifesi bulunmalıdır” demiş; 15 Eylül’de yayımlanan bu demeç Türkiye gazetelerinde herhangi bir eleştiriyle karşılanmadığı gibi TBMM’de de tartışma konusu olmamıştır. Ayrıca, TBMM Hükümeti’nin Mudanya’daki bırakışma görüşmelerine ilişkin olarak İtilâf Devletleri’ne göndermeye hazırlandığı cevabî nota 4 Ekim 1922 tarihli gizli celsede okunduğunda, metninde geçen “Hilâfet-i islâmiyenin makarrı olan İstanbul” sözleri de herhangi bir itirazla karşılanmamıştı.
Ankara’nın politikası uyarınca saltanat kurumunun kalkacağı ve halifenin devlet başkanı olacağının işaretleri, Doğu Trakya’yı teslim almak üzere 19 Ekim 1922’de İstanbul’a gelen Refet Paşa’nın ağzından günyüzüne çıktı. Refet Paşa, kendisini karşılamaya gelen üst düzey yetkililer arasında bulunan padişah ve veliahdın yaverlerine teşekkür ederken ne “sultan” ne de “saltanat” sözcüklerini telaffuz etti. Sultan Vahdettin için “halife”, Veliaht Abdülmecit Efendi için ise “hilafetin veliahdı” sözcüklerini kullandı. Paşa’nın 2 gün sonra İstanbul Hükümeti’nin Dışişleri Bakanı Ahmet İzzet Paşa’ya verdiği muhtıra ise son noktayı koyuyordu: Saltanat kalkacak, halife devlet başkanı olacak, ama eskiden sultana tanınan başbakan atama hakkı da olmayacaktı. Başbakanı TBMM seçecek, halife de onaylayacaktı. İstanbul Hükümeti istifa edecek, Ankara Hükümeti tarafından İstanbul’a bir vali atanacaktı!
Bütün bunlar bize çok şey anlatıyor. İlk belirlenmesi gereken, saltanatın kaldırılmasının Ankara çevrelerinde ilkesel anlamda yalnızca Lausanne’a yapılan çifte davetten, yani hem İstanbul hem de Ankara Hükümeti’nin davet edilmesiyle değil; Mudanya Bırakışması’nın imzalanmasından bile önce kabul görmüş olduğudur. Son sadrazam Ahmet Tevfik Paşa’nın barış konferansına İstanbul temsilcilerinin de gitmesini istemesini belki bardağı taşıran son damla olarak görebiliriz, ama o kadar. Karar çoktan alınmış, iş yalnızca kararın resmîleştirilmesine kalmıştı. Ahmet Tevfik Paşa’nın TBMM tarafından büyük kızgınlıkla karşılanan isteğinin milletvekilleri arasında hâlâ mütereddit olan birkaçının da karara katılmasını sağladığını düşünebiliriz. Nitekim 1 Kasım gecesi yapılan oylamada saltanatın kaldırılmasına karşı yalnızca 1 oy çıkmıştır.
Açıklamamız gereken ikinci önemli nokta da, saltanatı kaldırıp halifeyi zayıf bir devlet başkanı yapma formülünün ne zaman ortaya atılmış olduğudur. Bizce bu formül, yukarıda değindiğimiz 19 Temmuz 1922 tarihli görüşmeyle İzmir’in kurtuluşu arasında geçen 1.5 aylık sürede -en başta söylediğimiz gibi- Mustafa Kemal Paşa tarafından geliştirilmiştir. Saltanat kurumunun sürmesi konusunda ısrarcı olan mücadele arkadaşlarıyla açık bir sürtüşmeye girmek istemeyen ve cumhuriyet taraftarı olmasından tedirginlik duyulan Mustafa Kemal Paşa; bu formülü ortaya atarak cumhuriyet yolunda önemli bir engelden kurtuluyor, devletin biçimini daha sonra yapılacak bir anayasaya bırakıyordu. Nitekim Refet Paşa’nın İstanbul’da bulunduğu günlerde gazeteler, Kanun-ı Esâsî’de yakında önemli değişiklikler olacağından dem vuruyorlardı. Tabii Mustafa Kemal Paşa, 1 Kasım gecesi Rauf Bey ve Kâzım Karabekir Paşa gibi mücadele arkadaşlarını saltanatın kaldırılması lehinde oy kullanmalarını sağlayarak “atlatmış” oldu. Zira beklenen anayasa daha epey bir süre yapılmayacak ve Mustafa Kemal Paşa, 2. TBMM’nde sağladığı çoğunlukla cumhuriyeti ilan edecektir. Rauf Bey, 31 Ekim 1923’te verdiği meşhur mülakatta cumhuriyetin aceleye getirildiğini söylerken, yapılmasını beklediği bu anayasayı kastediyordu.