1. Dünya Savaşı’nda ölenlerin yüzde 90’ı asker, yüzde 10’u sivildi. Günümüz savaşlarında ise sivil kayıpların oranı yüzde 90’ı geçiyor. Eskiden uzak sınırlarda yapılan muharabeler son yıllarda kentlere, mahallelere taşınıyor. En korkunç savaş suçlarını bile propaganda malzemesi olarak kullanmaktan çekinmeyen ‘yeni savaş’, dünyanın tamamını kanlı bir cepheye dönüştürüyor.
Savaşın neredeyse bir medeniyet göstergesi haline geleceğini kim tahmin edebilirdi? Tarafların kendi ordularıyla sivil halktan uzakta er meydanına çıktığı ve ‘centilmence’ çarpıştığı eski savaşların nostaljik güzellemelerle anılabileceği kimin aklına gelirdi? Dünyanın tamamını cephe ilan eden, sivil-üniformalı ayrımı gözetmeyen, taşeron güçler üzerinden yürütülen; başı sonu, cephesi tarafı belirsiz günümüz savaşlarına tanık oldukça, insanın geçmişin ‘masum’ savaşlarına özlem duyası geliyor. Günümüzde her şey gibi savaşlar da bozuluyor.
Sivil kıyımları
Genç bir adam Suriye kuvvetlerinin varil bombası saldırısında yaralanan küçük bir kızı taşıyor. Halep, Haziran 2014.
Savaşın yeni yüzü bir yandan tarihte gördüğümüz birçok şeye benziyor, bir yandan da hiçbir şeye tam benzemiyor. İlan edilmeden başlamaları, tarafların sayısının değişkenliği, müdahillerin tam belli olmaması, iç içe geçmiş birçok savaştan oluşan karmaşık yapıları yeni savaşları garip bir mücadeleler silsilesi haline getiriyor. Günümüzde savaşların nasıl başladığı kısmen anlaşılsa bile, “hangi koşullar gerçekleşirse bu savaş sona erer” sorusunu kimse yanıtlayamıyor. Çok farklı dinamiklerle beslenen şiddet dalgaları bir yükseliyor, bir sönüyor. Bunu, fırtına sonrasının ölü dalgaları gibi, Avrupa kıyılarına vuran mülteci dalgaları izliyor. İçin için yanan ateş bir Mezopotamya’da, bir Filistin’de parlıyor, kimi zaman Lübnan ve Suriye’de alevleniyor. Bazen Körfez’e veya Libya’ya uzanıyor. Ama tehdidin ucu bucağı yok. Paris’e, Kaliforniya’ya, Kenya’ya, Bombay’a, Endonezya’ya, Azerbaycan’a, Çeçenistan’a da sıçrıyor. Kaos dünyayı sararken, hiçbir gerçekçi çözüm üretilemiyor. Oysa tarih, bugünü anlamak için vardır. O halde biz de sürekli ama düşük yoğunluklu bu savaşın nasıl geliştiğini yakın ve uzak geçmişte arayacağız.
Bugün yaşanan ne sadece Batılıların ileri sürdüğü gibi ABD’nin bugüne kadar uğruna bir buçuk trilyon dolar harcadığı “teröre karşı küresel savaş”tan ibarettir, ne de İslam’ın bir kısmına atfedilen cihattır. Bileşiminde birçok yeniden yapılandırma ve sınırları değiştirme projesi, kimi devletlerin uzun vadeli güvenlik kaygılarının giderilmesi, enerji ve su kaynaklarının denetimi ve geçmişten kalan hesapların kesilmesi gibi unsurlar vardır. Tarihi Şii-Sünni çatışmaları, imparatorlukların paylaşımından kalan 1918 hesaplarıyla iç içe geçer. Osmanlı topraklarının yeniden paylaşımı bunun bir parçasıdır. Sünni radikalizmine karşı besledikleri derin endişe, tüm nüfuz sorunlarına karşın Rusları da Suriye’ye çekmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nda ölenlerin yüzde 90’ı asker, % 10’u sivillerden oluşuyordu. İkinci Dünya Savaşı’nda bu oranlar % 50-50 oldu. Günümüzde ise ölenlerin en az %90’ını siviller oluşturuyor. Adeta soykırıma dönüşen savaşlarda cephe kavramı da değişiyor, ülkelerin ve hatta dünyanın tümü cephe haline geliyor. Eskiden uzak sınırlarda yapılan muharebeler şimdi kentlere ve mahallelere taşınıyor. Bütün ordular kent savaşlarına hazırlanıyor. Bu biraz dünyanın büyük bölümünün kentlere göçmesinden, biraz da savaşın yeni niteliğinden kaynaklanıyor. Zayıf olan taraflar kentlerde daha rahat barınabiliyor. Çünkü, dağlarda gezenleri ve konuşanları uzaydan bile tespit eden inanılmaz teknolojiler var. Ayrıca, savaşın politik niteliği askeri niteliğine ağır basınca, büyük kitlelerin olduğu yerler savaş mahalli haline geliyor. Tabii, dağlar gene de çekilme mahalli olabiliyor, ama önemleri eskisiyle kıyas bile edilemez. Aslında savaş, tam anlamıyla yeryüzüne yayılıyor.
Modern savaşın çok kabaca sanayi devrimi ile başladığını düşünebiliriz. Yani, büyük orduları donatabilecek seri üretimin olması gerekir. Ancak bu yeterli olmaz. Bu orduları ve atlarını doyurabilecek tarım üretiminin de hiç değilse kısmen makineleşmesi koşulu vardır. Sanayi devriminin 1790’larda ortaya çıktığı söylenir. Nitekim Fransız İhtilal Savaşları sırasında Avrupa atölyeleri yüz binleri bulan orduları donatılıp besleyebilmiştir ama bunlar üretim merkezlerinden fazla uzaklaşamamışlar, uzaklaştıkları her durumda desteksiz kalarak perişan olmuşlardır. Bu nedenle modern savaşın ilk aşaması buharlı makinelerin, yani istimbot ve demiryolları ile telgrafın yaygınlaşmasıyla tanımlanabilir. İlk örnekleri Kırım Savaşı ile ABD İçsavaşı’dır. Fransa’nın İtalyan bağımsızlığını desteklemek için Avusturya’yı yendiği Solferino Muharebesi de bunlara eklenmelidir. Buradaki kıyım gözlemcileri o kadar etkilemiştir ki, hemen ertesinde Kızılhaç teşkilatı kurulmuştur. Akabinde, Prusya’nın Alman Birliği’ni kurarken kazandığı Danimarka, Avusturya ve Fransa savaşlarını görürüz. 1870-71 yıllarına rastlayan sonuncusu ayrı bir önem taşır. Fransız İmparatoru teslim olmuş, orduları dağılmıştır ama Fransa halkı teslim olmayı reddederek gerek ülkenin diğer bölgelerinde, gerekse de Paris’te savaşı sürdürmüş, yeni ordular kurarak büyük çaba göstermiştir. Krallar belli bir kayba uğrayınca veya paraları tükenince savaşa son verirlerdi. Halklar birçok kez bunu reddederek, büyük kayıplar pahasına uzun savaşlara girişmişlerdir.
Modern savaşta ikinci aşama kendisini içten patlamalı motorlar ve telsiz ile gösterir. Kamyonlar, tanklar ve uçakların sahneye çıktığı Birinci Dünya Savaşı bu aşamanın ilk büyük örneğidir. Onun devamı olan İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte üçüncü bir aşama ortaya çıkar: Nükleer savaş. Atom bombası sadece iki kez kullanılmıştır ama 45 yıl süren Soğuk Savaş nükleer silahların gölgesinde devam etmiş, dolaylı savaş yöntemlerinin alabildiğine gelişmesine sahne olmuştur. Aslında, günümüzdeki kaotik savaşın temellerinin de bu dönemde geliştirildiğini söylemek mümkündür. Kara propaganda, gizli ordular, uluslararası terör bu dönemde büyütülüp beslenmiştir. Bunlar modern savaşın dördüncü aşaması olan siber savaş ve/veya elektronik savaşla devam eder. Çok uzun bir zamandır, silahlanmaya ayrılan fonların en az yüzde kırkı, birçok durumda daha fazlası bu alana ayrılmaktadır. Bazı tiplerdeki savaş uçaklarının maliyetinin üçte ikisi elektronikle ilgilidir. Elektronik savaş hem her kuvvette büyük yer kaplamakta, hem de özel bir alan haline gelmiş bulunmaktadır. Bu alan sadece tespit, hedefleme, sevk, aldatma, önleme gibi kritik unsurlardan ibaret değildir. Hasmın komuta ve iletişim sistemlerini felç etmeyi de amaçlamaktadır. Ayrıca propaganda, istihbarat, dezenformasyon için yaratılan olanaklar kullanılır. Nihayet, ülkelerin ekonomilerini, bankacılık ve ticaret faaliyetlerini, enerji üretim ve dağıtımını yürüten sistemlerin sabotajı kolaylaşmış, bunu önlemek için dev yatırımlara girişilmiştir. Günümüzde bunların hepsi kullanılmakta, dahası, her an tepemizde düzinelerce uydu ve insansız hava aracı dolaşmaktadır.
Lübnan İç Savaşı’nın derin izleri, Beyrut.
Elektronik savaş aşamasının diğer bir unsuru da havacılığın gelişim günlerinden itibaren tartışılmaya başlanan “terör bombardımanlarının” devamıdır. İkinci Dünya Savaşı’nın başlarında, sirenlerini açarak dalışa geçen Alman Stuka uçaklarını gören Fransız birliklerinin paniğe kapılıp dağıldıkları bilinmektedir. Londra ve Berlin üzerindeki karşılıklı terör bombardımanları, hatta daha önceki Madrid’in bombalanması da hatırda kalan örneklerdir. Fakat klasik terör bombardımanları beklenildiği kadar etkili olamamış, düşman ülke halklarının savaş azmini kıramamıştır. İngiliz Bombardıman Gücü komutanı Harris, 1944’e kadar Berlin’e yapılan akınların bu ülkeyi teslime zorlayacağını savundu. Ama Alman kenti son ana kadar direnecekti. İngiltere ve özellikle Almanya kentlerin bombalanması sonucunda teslimiyetçi eğilime girenlere karşı ciddi tedbirler aldılar. Ancak atom bombasını da terör bombardımanı olarak düşünmek gerekir ve bunun Japonya’nın teslimini sağladığı tartışmasız bir gerçektir. Amerikalılar bunu Irak’ta “shock and awe” (şok ve dehşet) terimiyle ifade ettikleri korku bombardımanına dönüştürdüler. Bu teknolojiye ve kaynaklara sahip olmayan terör örgütleri ise aynı etkiyi korkunç katliamlarının videolarını dağıtarak sağlamaya çalışıyorlar.
Yukarıda saydığımız unsurların çoğunu bir araya getirdiğimiz zaman, modern savaşın beşinci ve şimdilik son aşamasına gelmiş oluruz. Bu, büyük güçlerin bazen kendi silahlı kuvvetlerini savaşa sürdükleri, ama çoğu zaman dolaylı olarak yönlendirdikleri yerel veya uluslararası güçleri kullandıkları, genelde düşük yoğunluklu, cepheleri çok net olmayan, sürekli değişen bir savaştır. Karakteristik özelliklerinden biri de etnik ve dini ayrılıkların çokça kullanılmasıdır. Ne var ki, kullanılan örgütlenmelerin bir kısmı zamanla kendi politikalarını geliştirmişler, arkalarındaki güçlerle karmaşık ilişkilere girmişlerdir.
Günümüzde tüm İslam coğrafyasını ve kısmende Doğu Avrupa’yı saran bu savaşların ortak özelliği ilan edilmeden başlamalarıdır. Esasen çoğu zaman karşıda bir muhatap da görülmez. Kontrolden çıkan kitle hareketleri ve terör kol kola yürür, sonra kitle hareketleri sönerken, terör örgütleri işin kontrolünü ellerine alırlar. Ulusçu hareketlerin başarısızlıkları sonucunda kitlelerin İslami radikalizme yönelmeleri gerçeği de global oyunun bir parçasıdır. Bu durum örneğin Filistin’de çok net bir şekilde görünür. FKÖ ve diğer örgütlerin başarısızlığı, Filistin ve Lübnan’da Hamas ve Hizbullah gibi örgütlerin öne çıkmasıyla sonuçlanmıştır. Benzer durumlar Kafkasya’da da belirgin şekilde göze çarpar. Çeçenistan tipik bir örnektir. İş bu hale geldiği zaman, söz konusu örgütlerin hangilerinin, hangi ölçülerde büyük güçlerin denetiminde olduğunu ortaya koymak zor hale gelir. Evet, Şii İran’ın ve karşısındaki Sünni yönetimlerin hangi örgütleri destekledikleri bilinir ama ABD ve Rusya gibi devletlerin tüm örgütlerle bağlantıları vardır. Bunlar nerede başlar, nerede biter bilinmez. Ama sonuçları aşikardır. Örneğin bugün Libya, halkının yarısına yakın bir kısmının komşu ülkelere veya İtalya üzerinden Avrupa’ya kaçtığı bir enkaz haline getirilmiştir. Suriye ve Irak yıkıntıdır. Afganistan ve Pakistan savaş bölgesidir. Ve bu hale getirilmek istenen birçok ülke daha hedeftedir, hemen hepsi İslam coğrafyasına aittir. Ukrayna gibi uzun bir gerilla savaşına sahne olmuş ülkeler de fiilen parçalanmıştır.
Bir açıdan bakınca, parçalanmakta olan ülkelerin hemen hepsinin Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan yeni rejimler olduğu görülür. Soğuk Savaş biter bitmez 1918’de kurulan Çekoslovakya ve Yugoslavya tarihe karıştı. Birincisinde bu kolay halledilirken, ikincisinde yıllar süren kanlı bir iç savaş sürdü. 1918’den itibaren bir dizi işbirlikçi yönetime ve ayrılıkçı harekete sahne olan Ukrayna da fiilen dağıtıldı. Azerbaycan toprakları işgal edildi. Kafkasya kargaşa içerisine düştü. Ne var ki daha büyük felaketler eski Osmanlı coğrafyasında yaşanacaktı.
Yeni savaşın bir başka özelliği de son derece kirli bir savaş olmasıdır. Gerçi hiçbir savaş temiz değildir ama sivillerin bu kadar hedef alındığı, bilgi kirliliği yaratıldığı, savaş suçlarının propaganda olarak kullanıldığı örnekler tarihte nadirdir. Naziler bile yaptıklarının suç olduğunu biliyor ve gizlemeye çalışıyorlardı. Yeni savaşın hiçbir etik kaygısı yok. Hedef alınanların iradesini kırmak için yalan ve katliam, şok ve korku, olabildiğince kullanılıyor. Kuşkusuz ki nüfus artışı, iklim sorunları ve kaynak sıkıntıları krizlere, dolayısıyla kitlelerin radikalizme kaymasına yol açıyor. İşsiz ve geçim olanağından yoksun kitleler için ya göç yolunun bilinmeyeni ya da radikal örgütlerin militanlığı gibi seçenekler kalıyor. Bunu değerlendiren güçler, bu kitleleri dolaylı olarak yönlendiriyor ama nadiren istedikleri oranda kontrol edebiliyor.
İklim felaketi, açlık ve nüfus artışı 17. yüzyılda Avrupa’da Otuz Yıl Savaşları’na, Osmanlılarda ise ardı arkası kesilmeyen isyanlara yol açmıştı. Mezhep savaşları veya isyanlar şeklinde tezahür eden bu savaşların arka planında iklim felaketinin yattığı ancak son yıllarda ortaya konulabildi. Muhtemeldir ki, geleceğin tarihçileri de günümüzün bu garip savaşlarının arka planında yatan unsurları açıkılığa kavuşturacaklardır.
VİETNAM’DAN IRAK’A
Ezberi şaşan düzenli ordular
Vietnam’a atılan bombaların miktarı İkinci Dünya Savaşı sırasında tüm ülkelere atılanlardan daha fazlaydı. Buna karşın Amerikalılar 7 bine yakın uçak ve helikopter yitirdiler. Vietnam direnmişti. Sovyetler’in Vietnam’ı ise Afganistan oldu. 1979’da başlayan Sovyet işgali, 1989’da son buldu. Amerikalılar Vietnam’dan 30 yıl sonra Irak’ta Saddam ordularını “shock and awe” (şok ve dehşet) taktikleriyle kısa sürede dağıttılar. Ancak bundan sonra işler karıştı. Irak’ı yönetemedikleri gibi, işgalin yol açtığı bir buçuk milyon ölüm ve sayısız göç dalgası etnik ve dini bölünmeleri düşmanlığa dönüştürdü. Merkezi otorite dağılınca, parayla ve bağışlarla beslenen bir dizi küçük ve kapalı yönetim doğdu. Vietnamlılar gibi “saklanacak tropik ormanları olmayan” Iraklılar savaşlarını kentlerde, Bağdat’da, Kerkük’de, Felluce’de, Telafer’de sürdürdüler. IŞİD’de bu kaostan doğdu.
Afganistan’ın Nangahar bölgesinde devriye gezen Amerikan askeri, 2012.
SURLAR GERİ DÖNDÜ
Yeni utanç duvarları
Berlin Duvarı yıkıldı ama günümüzde farklı dünyaları birbirinden yine duvarlar ayırıyor. Kudüs ve Betyüllahim civarında binlerce bahçe ve zeyin ağacını yok ederek inşa ettikleri duvara İsrailliler “Güvenlik Duvarı”, Filistinliler ise “Irkçı Duvar” diyorlar. Strateji uzmanlarının büyük çoğunluğu dünyanın duvarlarla bölünmesinin düşük yoğunluklu ama sürekli çatışmalara engel olamayacağı düşüncesinde. Buna rağmen, aralarında Türkiye’nin Suriye sınırının da bulunduğu dünyanın pek çok yerinde güvenlik duvarları yaygınlaşmaya devam ediyor. Halbuki dünya son 200 yıldır surlar ve duvarlar içerisinde yaşamaktan kurtulmuştu.