Kasım
sayımız çıktı

Üç-dört ağaç meselesinden çok daha fazlası

Ekoloji mücadelesi, artık Türkiye’deki toplumsal hareketin ayrılmaz bir parçası durumunda. Devlet şiddetinin de, sermaye – siyaset arasındaki derin bağların da daha billurlaştığı bu zamanlarda, yaşam alanlarına yapılan müdahalelere karşı ses de daha gür çıkıyor.

UYGAR ÖZESMİ

Bergama, 2001

Bugün Türkiye’de yaşadığımız doğa katliamı, her ne kadar mevcut iktidar kendini soyutlamaya çalışsa da, şüphesiz Cumhuriyet’in oturduğu modernist kalkınmacı temelden gelmekte. Hatta bugünün iktidar partisinin adında kalkınma var. Bu kalkınma ne pahasına olursa olsun bir kalkınma anlayışı. Kalkınma ile gerçekleşen iktisadi büyüme ise iktidarın dayanaklarını beslemekte. Her ne kadar Cumhuriyetin başlangıç yıllarında iktidar günümüzden daha toplumcu olsa da, o kadar sanayi, tarım ve ulaşım ekseninde odaklıdır ki, ABD’de ilk milli park 1872’de ilan edilirken, Türkiye’de ilk Yozgat Çamlığı Milli Parkı ancak 1958 yılında ilan edilmiştir. O zamandan bu yana da milli parkların veya korunan alanların dışında kalan alanlar devletin veya özel sermayenin hakkı ve tasarruf alanı olarak görülmüştür. Bunun en güzel örneği Demiryolları vasıtasıyla iç Anadolu köylüsünün işçi ve tüccar haline getirilmesidir. Anadolu’da demiryollarının nispeten yaygınlaşması ve sanayi atılımı öncesi köylüler tam anlamıyla para ekonomisinin neredeyse tamamen dışında, kendi kendine yeter ve doğaya zarar vermeyen bir varoluş içindeydi. Sivas – Erzurum Demiryolu İnşaası (1933-1939) sırasında hat müteahhidi Nuri Demirağ’ın Kızı Gülbahar Erdinç’i dinliyoruz: “O zamanın Anadolu insanı çok çalışmazdı. Aza kanaat ederdi. Babam Halep’ten, Şam’dan kumaşlar, incik boncuklar getirmiş. Onlara işletip, dokutturup sattırmıştır. Yani oradaki insanlar, almanın-satmanın zevkine varabilsinler diye. İnsanları böyle çalışmaya alıştırarak o demiryollarını yapıyor.”

Ankara, Atakule, 2002

Aynı iktisadi bakış açısı koruma kavramının içinde de kendisini göstermeye devam ediyor. Korunuyor dediğimiz milli park dışında özel statüyle korunan ormanlar, meralar, zeytinlikler gerçekte bu alanlardan elde edilen ağaç, ot ve zeytin için, yani ekonomik fayda için korunmaktadır. Kanunlar ise devletin ve çiftçinin talebi karşılamak için yapılacak üretimin o kaynağı kurutmamasını öngörmektedir. Ne yazık ki bugün ormanlar ve meralar, yol ve köprü yapımı, her türlü enerji santrali, sanayi tesisi ve otelden yazlık eve akla gelebilecek her türlü yapılaşma için ya tahsis edilmekte, ya kiralanmakta, ya da statüleri değiştirilmektedir. Enerji ve maden yatırımları için zeytinlikleri yok etmek üzere hazırlanan taslak yasa belki de bu konudaki adımların sonuncusu. Elektrik Piyasası Kanunu ile Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı yasalaşırsa zeytinliklerin ortadan kaldırılmasına neden olacak eski zeytinliklerde yapılacak enerji yatırımlarının çoğu kömür gibi fosil yakıtlara veya nükleere dayalı olacağından, doğaya ve insana büyük zarar verilecektir. Bunun yanında daha önce küçük zeytinlikler koruma statüsünün dışına çıktığı için her türlü yapılaşmaya açılabilecektir. Zeytinliklerin korunması konusunda süren mücadele zeytin üreticileri ile enerji sermayesini karşı karşıya getirmekte ve çevre hakkı mücadelesi içindeki sivil toplum kuruluşları bu mücadelede zeytin üreticileri ile ittifak yapmaktadır. Öte yandan bölgesel olarak kimi zeytin üreticileri yasayı desteklemektedir, çünkü arazilerini kısa vadede daha çok nakit getirecek yatırımlar için satmayı seçmektedirler. Çevre örgütlerinin ise aynı arazilere fosil yakıt yerine yenilenebilir enerji yatırımı yapıldığında tepkisinin ne olacağı hala netlik kazanmış değil. Buradaki temel sorun yine çevresel etkileri dışlayan tüketim ve büyüme ekonomisi. Zira sisteme dahil herkesin beslediği tüketim ve büyüme ekonomisinin gereği; daha çok enerji, üretim ve kısa vade nakit. Mücadelenin içindeki taraflar dahi bu gerçekliğin içinde hareket ediyor.

Köylülerle çevreciler el ele 1990’lı yıllardan itibaren, çevre tahribatının olduğu yerlerde hem yöre halkı hem çevre örgütleri yaşam alanlarını korumak için mücadele etti. Bergamalıların siyanürlü altına karşı yaptığı ilginç eylemler başka yerlerdeki eylemlerin öncüsüydü. Büyükeceli köylüler Akkuyu’da yapılacak termik santrale karşı Ankara’ya gidiyor (üstte). Aynı gerekçeyle yapılan bir Greenpeace eylemi (altta).

Bu paradigmanın dışında söz söyleyebilmiş tek çevre ve doğa koruma hareketi Hidro-elektrik Santral (HES) karşıtı mücadeleler olmuştur. Karadeniz ve Akdeniz bölgelerinde yoğunlaşan HES karşıtı mücadele suyun akışını doğanın işleyişinin bir gereği, yaban hayatının ihtiyacı ve yerel halkların su/dere ile olan ilişkisi ve erişim hakkı temelinde ele almıştır. Bu mücadelede etkin olan yerel halk ve özellikle de kadınlar olmuşlardır. Anadolu’dan 35 yaşında bir köylü kadının söyledikleri doğayı merkeze alan bu anlayışı en iyi şekilde ifade ediyor: “Biz o hayvanların hakkını da savunmuş oluyoruz kendi hakkımızı savunurken. Ve onun gibi yanımızda olmayan, görmediklerimiz, yeraltında yer üstünde, gökyüzünde binlerce hayvanın hakkını savunuyoruz. Binlerce canlının, bitkinin, çiçeğin, böceğin hakkını savunuyoruz. Bunu savunurken birilerinin bizi örgütlemesine hiç gerek yok. Birilerini örgütlüyoruz, diyoruz ki, devlet devlet, biz varız. Vatandaşız, canlıyız, yaşıyoruz. Ama devlet nerede, devlet yok!”

Halka danışmadan, halka rağmen Bölge halkının görüşleri alınmadan, halka rağmen dayatılan ve çevreye zarar veren projelere karşı duranların sayısı gün geçtikçe artıyor. Semtin tek yeşil alanının talan edilmesine karşı çıkan Validebağlılar.

Ana akım çevre hareketinin tarihi 

Türkiye’de ana akım orta sınıf çevre hareketinin doğuşu akademisyen ve bürokratlar tarafından 1955 yılında kurulan Türkiye Tabiatını Koruma Derneği’ni saymazsak 1970’lere dayanır. Bunların arasında Türkiye Çevre Koruma ve Yeşillendirme Kurumu, Doğal Hayatı Koruma Derneği ve Türkiye Çevre Vakfı sayılabilir. Daha sonra sivil toplum 1980 darbesinden sonra ancak 1990’larda toparlanmış, ve 1990’lı yıllarda Çevre ve Kültür Değerlerini Koruma ve Tanıtma Vakfı (ÇEKÜL), Türkiye Erozyonla Mücadele, Ağaç- landırma ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı (TEMA) ve Greenpeace kurulmuş ve çalışmalarına başlamıştır. Örgütlenme ve kurumsal çalışmalar 2000’lerde yükselişe geçmiş Doğa Derneği kurulmuş, doğa koruma hareketi platformlar ve KarDoğa gibi federasyonlar şeklinde örgütlenmeye başlamış, Van’daki Doğa Gözcüleri Derneği gibi yerel çevre ve doğa koruma örgütleri kurulmuş ve etkin çalışmalar yapmaya başlamıştır.

Ne yazık ki bu etkin sivil yapılanma 2010’dan beri yavaş yavaş ancak nihai olarak tam bir alan savunmasına ve direnişe dönüşmüşse de etki gösterebildiği alanlar elinden alınmış ve sadece tepkisel bir alana sıkıştırılmıştır. 1990’larda devlet kurumları ile işbirliği ve iletişimsel mantık içinde çalışan ve ilişki kuran sivil toplum kuruluşları yavaş yavaş siyasallaşan bürokrasi içinde devre dışı bırakılmıştır. Siyasal atamalar şube müdürleri ve hatta memur seviyesine kadar derinleşmiş, bunun sonucunda siyasal yönelim ve bilgi yoksunluğu ile hareket eden bürokratlarla sivil toplum örgütleri bir iletişimsel mantık içinde hareket edemez olmuşlardır.

Başka mücadele alanlarının tersine çevre hareketi içinde iktidar yanlısı çevre ve doğa koruma sivil örgütleri kurulamamıştır, kurulanlar ise uzun ömürlü ve etkin olamamışlardır. Bunun nedeni ancak iktidarla ilişkili bir çevre hareketinin, iktidarın çevre ve doğayı kalkınma ve iktisadi çıkarlar çerçevesinde sömürme mantığına taban tabana zıt oluşu olabilir; kısaca iktidar yanlısı bir korumacı zihniyetin imkansızlığı.

Türkiye tarihine geçen Gezi Parkı direnişinin sembol karelerinden biri.

Türkiye’de mevcut iktidarın köylü nüfusu yüzde 6’lara indirme projesi içinde kaçınılmaz bir kentleşme problemi yükselişi yaşanıyor. Köylü nüfus azalsa da bütün satha yayılmış bir direniş hareketi söz konusu. Dicle vadisine yapılmaya çalışılan barajlar ve kenti vadiye indirme projelerinden, Yalova’da taş taş üstüne bırakmayacak 69 taş ocağına; Aliağa’ya, Karabiga’ya yapılmaya çalışılan seri termik santrallerden, Çeşmeye ve Boz Dağlara yapılmaya çalışılan Rüzgar Enerji Santrallerine (RES); Mersin, Sinop ve İğneada’ya yapılması planlanan nükleer santrallerden, her deredeki HES karşıtı mücadeleye kadar. Bu direniş daha da şiddetlenerek, davalar, nöbetler, baskınlar ve arbedeler ile sürmekte ve ülkenin her yanında devam etmekte. Bütün bu gelişmelerdeki ana sorun HES mücadelelerinde olduğu gibi yerel halkın görüşü alınmadan, kaygılarına yanıt bulunmadan, halka rağmen bu projelerin dayatılması. Çevre ve doğa koruma sorununun yanında derinleşen bir anti demokratik ve devletçi bir dayatma sorunu. Dayatmaların temelinde yatan ise kalkınma perdesi arkasında halkçı olmayan, sermaye ve şirket yanlısı politikalar. Bu politikalar halkı, kendisini korumakla görevli kolluk kuvvetleri ile karşı karşıya getiriyor. Artan bir polis devleti olgusu ve anti-demokratik uygulamalar çevrenin ve doğanın korunmasını tüketim ve büyüme ekonomisini ayakta tutmaya çalışan iktidarla bir çatışmaya doğru sürüklüyor.

Santral uğruna katledilen zeytin ağaçları Manisa’nın Soma ilçesinde Yırcalı köylüler, termik santral yapımı için fikirleri kendilerine ait 6 bin 600 zeytin ağacının katledilmesine karşı birçok eylem yaptı.

Bunun çatışmanın en çarpıcı örneği, kendini kent ortamında Haziran 2013’de Gezi Parkı’nda gösterdi. Kentin son kalan yeşil alanlarından biri daha tüketim ve büyüme ekonomisinin tapınaklarından olan bir alışveriş merkezine (AVM) kurban ediliyordu. Halkın isteklerine karşı ve halka rağmen iktisadi çıkarlar için bir yeşil alan daha yok ediliyordu. Milyonlarca insan “4-5” ağaç için sokaklara döküldü ve 15 gün boyunca Gezi parkı’nda tüketim ekonomisinin dışında bir paylaşım ve topluluk ekonomisi, bir öz yönetim sistemi kurdu. Gezi Parkı direnişinin temel ögeleri bu açıdan Türkiye’nin her yerinde ki direniş ve bu direnişlerin özlemlerinden farklı değildi. İstanbul Validebağ Korusu’nda aynı direniş bugün sürmekte, henüz sonuç alınmadı ve ne yazık ki bütün bu direnişlerin kazanıldığını söylemek zor. Nitekim mücadelelerin çoğu kaybediliyor aynen Mecidiyeköy’deki Ali Sami Yen Stadyumu ve eski TEKEL likör fabrikası yerine AVM ve Gökdelen inşaatlarının yükselmesi gibi, kazanılan mücadelelerden çok halka rağmen, doğaya rağmen, adım adım yok edilen yeşil alanlar ve kent dokusu her geçen gün artıyor. Köy köy, vadi vadi – mera, orman, tarım arazisi, dere, göl, sulakalan demeden – tüketim ve büyüme ekonomisini tanrı buyruğu gibi içselleştirmiş bir iktidar önüne geleni yutuyor. Geleceğimizi elimizden alan, sesi olmayan canlıları ve yaşam ortamlarını yutan bu düzenin nerdeyse hepimiz bir neferiysek, önce direnmemiz gereken iktidar içimizdeki iktidar. İçimizdeki ekonomik insanı, Homo economicus’u alt ettiğimiz noktada dönüştürülmesi gereken iktidar dışımızda ve açık seçik karşımızda.