Her zaman düşünceleriyle ve yaptığı bestelerle genç kalan bir sanatçı… Akustik çalgılarla yeniçağın yeni seslerini duyuran bir büyük usta… Eserleri 60 yıldır dünya çapında yankı uyandıran müstesna bir öncü. Müziği düşünen, irdeleyen bir filozof… Ve hiçbir şeyi abartmayan, dingin, alçakgönüllü tavrıyla, kendini toplumdan soyutlamadan çalışan bir insan.
İlhan Usmanbaş ile ilk defa 1973’de İstanbul Radyosu’nda tanıştım. O sıralar “Çağdaş Müziğin Öncüleri” başlıklı program dizileri hazırlıyordum ve onu uzaktan çok iyi tanıyordum. Kapının girişinde şöyle dedim: “Stüdyo bir çağdaş müzik bestecisinden bir çağdaş müzik programcısına geçiyor”. Hemen doğrulayıcı bir yanıt geldi: “Hayır, bir müzik tarihi programcısından bir çağdaş müzik programcısına” dedi. Çünkü o sırada İlhan Bey “Çağlar Boyunca Müzik” başlıklı bir program hazırlıyordu.
Neyse, kendi adıma çok heyecanlı bir an yaşadım. Kısa süre sonra Soyut dergisinin Nisan 1977 sayısı için onunla ilk söyleşimizi yaptık. Nasıl bilebilirdim daha sonra İlhan Bey için üç biyografi kitabı yazacağımı ve şimdi 100 yaşına bastığında en nüktedan, en bilgi yüklü dostum olacağını? Bilemezdim.
Müzik tarihimizde Usmanbaş bir kırılma noktasıdır. Çağdaş müziğimizin ilk kuşağı olan Türk Beşleri (Cemal Reşit Rey, Hasan Ferit Alnar, Ulvi Cemal Erkin, Ahmed Adnan Saygun ve Necil Kazım Akses) Türk folklorunun aksak ritimlerini, klasik Türk müziğinin makamsal yapısını ve teksesli geleneğini uluslararası polifonik teknikle işlemişlerdi. İkinci kuşak ise, Beşler’e zıt olarak diyalektik bir gelişimin temelini atmıştı: Bülent Arel, İlhan Usmanbaş ve daha sonraları İlhan Mimaroğlu bu soyut atılımın öncüleri oldu. Başlangıç noktaları, Ankara Devlet Konservatuvarı yatakhanesiydi. Usmanbaş ve Arel, başlarına çektikleri battaniyenin altında bir transistörlü radyo ile Avrupa müzik kanallarını dinliyorlardı. Her gece yeni bir isim, yeni bir yapıtla tanışıyorlardı. Arel ve Mimaroğlu yaratıcılıklarını sonradan elektronik müzikle sürdürdüler. Usmanbaş ise hep akustik çalgılar içinde yeniçağın yeni seslerini duyurdu.
Bugün sayısı 100’e varan bestesiyle kendinden sonra yetiştirdiği birkaç kuşak bestecinin de öncüsü oldu. Usmanbaş, kendinden önceki kuşak ve kendi kuşağındaki bestecilerin çoğu gibi yurtdışında değil, Türkiye’de aldığı eğitimle bestecilik yolculuğuna çıkmıştı. Konservatuvar yıllarında bestelediği “Küçük Gece Müziği” ve “Birinci Senfoni” gibi yapıtlarla az çok hocalarının izindeydi. 1950’lerle bütün dünyada yaşanan köklü değişimi kendi müziğine uygulamaya koyuldu. 1952’de ABD’ye gitmesi, çağdaşı bestecilerle yüzyüze tanışması ona yeni müziğin kapılarını iyice açacaktı: 12-ton müziği, dizisellik, özgür çağrışımlar…
1955’te, konservatuvarın son sınıfında bestelediği “Yaylı Dördül ’47” Fromm Müzik Ödülü’ne değer bulunur; Amerika’nın birçok köşesinde çalınır ve plak yapılır. 1957’de iki yıllığına Amerika’ya gittiğinde artık çağdaşlarının yanında adı geçen, saygın bir bestecidir. Çevresinde Cowell, Babbitt, Carter, Feldman gibi çağ müziğine yön veren dostları vardır. O sırada Tangelwood’da “Music With a Poem” ile Koussewitzky ödülünü alır. 1960’ta Tokyo’daki “East-West Music Encounter” kongresine davet edildiğinde en yakın dostu Xenakis’tir.
Usmanbaş’ın kazandığı ödüller arasında en ilginci, 1966’da Polonya’daki 3. Wieniawski yarışmasında aldığı birinciliktir. 22 ülkeden 44 bestecinin katıldığı yarışmada Usmanbaş’ın “Boşluğa Atlayış” başlıklı yapıtı ilk defa birinciliğe değer bulunmuştur. Daha önceki yarışmalarda hiç birinciliğe değer yapıt çıkmamıştır. Aynı yarışmada, üçüncü gelen Jan Kapr (1914-1988) adlı bir Çek besteci sonradan ünlü bir isim olarak uluslararası müzik ansiklopedilerine geçer. Oysa o yarışmanın birincisi İlhan Usmanbaş’ın hemen Poznan’da seslendirilen “Boşluğa Atlayış” adlı yapıtı ancak 2007’de, bestelendikten 41 yıl sonra kendi ülkesinde (Bilkent’te) çalınabilecektir! Aslında Usmanbaş, yapıtları çalınmıyor diye sızlanan bir besteci değildir. Ancak 1990’da yaptığımız bir söyleşide bu yapıtın hiç çalınmamış olmasına biraz sitem etmişti: “Yaratılan bu yapıtları ben Mısır ehramlarına benzetiyorum. İçlerinde bestecilerin gömülü olduğu. Belki ilerde turistler develere binip gezebilirler bu ehramları. Amerika’da, Polonya’da, İsviçre’de kazanmış olduğum ödüller ancak biyografimde geçiyor. Wieniawski ödüllü yapıtımı Türkiye’de henüz kimse çalmak istemedi” diyordu.
1969’da Cenevre Bale Yarışması’nda “Bale İçin Müzik” ödül kazanır ve 1971’de koreograf Jean-Marie Sosso tarafından Cenevre Grand Théâtre’da sahnelenir. Duygu Aykal 1975’te aynı yapıtı “Oluşum” başlığı altında Ankara’da sahneleyecektir. Yurtdışından nice solist ve topluluk Usmanbaş’a yapıt ısmarlamış, bu yapıtları defalarca çalmışlardır. Usmanbaş için bunların hepsi doğal bir akıştır. Hiçbir şeyi abartmayan o dingin, alçakgönüllü tavrıyla, kendini toplumdan soyutlamadan, dost toplantılarından ayırmadan, öğrencilerinden ve ailesinden kopartmadan besteciliğini son yıllara kadar sürdürmüştür.
Yeni ses, yepyeni bir oluşum mudur? Bu yepyeni bir müzik anlayışı mıdır? Türkiye’de grafik notalamayı ilk kullanan Usmanbaş olmuştur. O güzelim elyazısıyla her bir nota sayfası ayrı bir tablodur. Ona göre yerel-evrensel, Osmanlı-cumhuriyet gibi karşıtlıkların sanatta yeri yoktur. Sanatçı her yerde, her dönemde sanatçıdır. Çokyönlü bakışıyla resim ve şiir gibi sanat dallarıyla da alışverişe girmiştir. Cemal Süreyya’nın Bakışsız Bir Kedi Kara’sı, İlhan Berk’in Şenlikname’si, Behçet Necatigil’in Kareler-Aklar kitabı Usmanbaş’ın müziğindeki soyuta evrilmeye, çağlar boyu egemen olmuş değerlere karşı çıkmaya eşdeğerdir.
Onun müziğini hiç dinlememiş dahi olsanız, derin düşüncesini, mantık yapısını öğrendikçe yapıtlarını merak edersiniz. Yapıtları dinledikçe çokyönlü görüşünün ışığı altındaki iç tutarlılığı keşfedersiniz. Dingin, kavgasız, sertleşmeyen, kendini kimseyle kıyaslamayan, reklamdan-gösterişten kaçınan ve beyefendiliğinden hiç ödün vermeyen kişiliğinde bu iç tutarlılık başköşeyi alır.
Usmanbaş’a göre geniş kitlenin beğenisini kazanmak uğruna sanat yapmak, bilinen şeyleri tekrarlamak, dolayısıyla ucuza kaçmaktır. Kulağın alıştığı yöntemleri kullanmak, bestecinin kişiliğini silmesidir.
Usmanbaş, eseri besteleyip bitirdikten sonra artık ona yabancılaştığını, seslendirildiği zaman da iyice uzaklaştığını söyler. Öte yanda yorumcusuna her zaman büyük değer vermiş, eserinin yeni yorumlarını da ilgiyle izlemiştir. Bunun en güzel örneğini şöyle anlatır:
“Eserlerimin icralarını dinlediğimde, bazen o kadar beklemediğim şeyler çıkıyor ki, şaşırıyorum. Mesela Amerika’da plağa alınan bir ‘Yaylı Dördül ’47’ yorumu var. İlk bölüm inanılmaz bir dinamizm içinde. Sonra plakta üstüste dinledikçe alıştım, onu daha doğru bulmaya başladım. Çalıcının yaşayan katkısını hiçbir zaman inkar edemezsiniz. Ve işin garibi bazen çalıcı sizin besteniz üstünde düşünmediğiniz şeyleri ortaya çıkartıyor.
Çalıcı doğrudan doğruya tınının kendisiyle uğraşır. Siz besteci olarak global bir şekilde eserin tüm yapısıyla uğraşırsınız. Onlar o tını uğruna kılı kırk yarıyorlar. Ve beklemediğiniz bir sonuç çıkıyor. Çünkü piyanoda yazdığınız ‘do’ sesi her piyanoya dokunanın çıkarttığı ‘do’ sesi değildir. Sizin kulağınıza ne kadar ideal biçimde de olsa hiçbir şekilde ideal olamaz çünkü çalınan piyano bile o çalanın getirdiği bir yorumla çok farklı oluyor. Yorumun dışında o tını üstünde uğraşmasının farkı. Mesela Kâmuran Gündemir, benim iki büyük piyano parçamı çalmıştır. ‘Ölümsüz Deniz Taşlarıydı’ ve ‘Soruşturma’. Onlar üzerinde benim beklediğimden o kadar fazla araştırma yaptı ki, pedal oyunları, tınıların, titreşimlerin sürmesi, kapanması, gibilerden. Bu ayrıntıları ancak çalan insan elde ediyor. Gerçi o da notaya bakarak bunları elde ediyor. Ve diyor ki, sen şunları burada düşünmüşsün! Düşündüm mü diye biraz düşünüyorsunuz”.
Önce Ankara Devlet Konservatuvarı’nda sonra da yıllar boyunca İstanbul Mimar Sinan Üniversitesi Konservatuvar’ında hocalık yaptı Usmanbaş. Yıllarca hazırladığı radyo programlarıyla müziğin tarih içindeki yerini anlattı. Konservatuvar’da, Bilgi Üniversitesi’nde ve İTÜ-MİAM’daki (Müzik İleri Araştırmalar Merkezi) derslerini son zamanlara kadar sürdürdü. “En yeni kuşak Türk bestecileri”ni anlatıyordu. Böylece genç kuşak bestecileri, genç kuşak öğrencilerine tanıttı.
İlhan Hoca’ya göre, besteci eseri çalındığında sahneye çıkıp selam vermelidir; çünkü dinleyici bestecinin nasıl birisi olduğunu görmelidir. Biz de onu sahnede yalnız bir besteci değil, bir entelektüel, kendini eğitime ve yeni arayışlara adamış bir bilge olarak alkışlarız.
Sevgili İlhan Bey, sizin zengin ve derin kültürünüzden biraz daha yararlanabilmek için hâlâ size sorular hazırlıyorum. Son bir konuşmamızın kaydından notlar almışım:
. “Cesaret” diyorsunuz, “sanatçı kendini yetiştirirken cesaret göstermeli, buluş yapacaksa cesaretle yapmalı”.
. Müzik-resim yakınlığından sözederken, “notanın bir çeşit resim olduğunu” söylüyorsunuz. Grafik notalarınız bunun kanıtı değil mi?
. Yetiştirdiğiniz öğrenciler Türkiye’de yeni kuşakların öncüleri oldu ve dünyanın çeşitli merkezlerinde adlarını duyurdular. Onların özgeçmişlerinde İlhan Usmanbaş’ın çok özel bir yeri var. Sizin yetiştirdiğiniz kuşaklar sizler kadar cesaretli mi?
. “Oyun”dan söz ediyorsunuz. “Sadece çocuklukta değil, güncel yaşamda da çalmak, oynamaktır demişsiniz. Çalgı=oyuncak. Müzik=kafa oyuncağı. Yaşamınızın her döneminde bunu böyle mi algıladınız?
Usmanbaş ile özel olarak onun müziğini konuşmak, genel olarak müziği konuşmak ya da sanatçının genel işlevine değinmek, toplum-sanatçı ilişkisini irdelemek size katman katman zenginlikler sunar.
İnanıyorum ki onun aydınlığı uzun yıllar sonra daha geniş alanları ışıtacak.