Ekim 2024 Sayımız Çıktı

19 Mayıs: Vahdettin’i temize ve karaya çıkarmak

Murat Bardakçı’nın son kitabı Bir Devlet Operasyonu: 19 Mayıs’ı okuduktan sonra, yazarın 100. yıl münasebetiyle dalga mı geçtiğini yoksa Sultan Vahdettin ve hempâlarına ilişkin yeni bir kurtarma operasyonuna mı giriştiğini düşündüm. Ancak Bardakçı’yı eleştirdiklerini sananların da siyaset bilimi dağarcıklarında bir bahar temizliği yapmaları gerekiyor.

BİR DEVLET OPERASYONU: 19 MAYIS, MURAT BARDAKÇI, TURKUVAZ KİTAP, 398 S. 48 TL.

Murat Bardakçı’nın son kitabı Bir Devlet Operasyonu: 19 Mayıs, hemen söyleyelim, hiç de parlak bir kitap değil. Ele aldığı konuyu bu derginin sayfalarında defalarca irdelediğimiz için, üzerinde durmamız, hele hele bir de yazı yazmamız gerekmezdi doğrusu. Üstelik, Bardakçı’nın kişisel tarihi nedeniyle yıllardır Sultan VI. Mehmet Vahdettin’i temize çıkarmaya çalıştığını yalnız ülkemizde değil, yerkürede de duymayan kalmamıştır sanırım.

Ayrıca, ilgilenen herkesin bildiğini sandığım gibi Bardakçı, kendisinin tarihçi olarak tanıtılmasına hep itiraz eder ve yaptığının tarih üzerinde yoğunlaşan gazetecilik olduğunu söyler. Ancak, geçen günlerde Cumhuriyet gazetesi, Bardakçı’nın kitabına neredeyse 1 sayfa ayırıp, daha önce konuyla ilgili yayınlar yapmış üç kişinin onun iddialarına verdiği cevapları yayımladı. Bu vesileyle de görüldü ki, Bardakçı’nın Sultan Vahdettin’i ve bir dereceye kadar da Damat Ferit Paşa hükümetini temize çıkarma iddiaları; kendisini eleştirenlerin ister yalnızca Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya gönderilişini ele alıyor olsunlar, isterse Millî Mücadele döneminin tamamını inceliyor olsunlar, köklü bir tarih yazımı revizyonuna varamamalarıyla orantılı olarak, sürüp gidecektir. Dolayısıyla, Bardakçı’nın kitabındaki zaafları şimdilik bir yana bırakıp, muarızlarının kanımca yetersiz kalan iddialarıyla başlamak daha doğru.

Müze olarak yeniden doğdu 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal’i Samsun’a götüren Bandırma vapuru 1925’te hurdaya çıkarılarak parçalanmıştı. Geminin bir replikası 2001’de tamamlanarak müze olarak hizmete açıldı.

Muarızlar ne diyor?

Deniliyor ki, Mustafa Kemal Paşa, “Anadolu’da başlayan Türk direnişini önlemek, Türklerin elindeki silahları toplamak” için gönderilmiştir, zira “Saray, başından itibaren Millî Mücadele’yi yok etmek için” çalışıyordur (Sinan Meydan). Dolayısıyla, “Vahdettin de ihanet çizgisine kaymış”tır (Hakkı Uyar). İmdi; her ne kadar bazı direniş örgütlerinin daha 1918 sonbaharında kurulmuş olmaları nedeniyle Millî Mücadele’nin hemen Mondros Bırakışması’ndan sonra başladığını söyleyebiliyorsak da; 1919 ilkbaharında sözkonusu mücadelenin tam anlamıyla “millî” olamadığını, dolayısıyla bir “Türk direnişi”nden ya da “Millî Mücadele’yi yok etme” çabasından söz etmenin zor olduğunu görebilmek gerekir. Nitekim, Anadolu’da direniş yolunda ilk girişimleri yapanların anılarına bakıldığında karşılaşılan en ilginç ortak özelliklerden biri, kendilerine karşı tavır alan birçok hemşehrilerinin olmasıdır. Bunun açıklaması da -gene sözkonusu anılarda ayan beyan görüldüğü gibi- direnişi örgütlemeye çalışanların neredeyse tamamının İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi, karşılarında duranların ise neredeyse tümünün Hürriyet ve İtilâf Fırkası taraftarı olmalarıdır. Ancak, bu durumun bile, Hakkı Uyar’ın dediği gibi, “İttihatçılar Millî Mücadele’yi desteklerken, Hürriyetçiler karşı duruyor … ihanet çizgisine kadar kayıyorlar” biçiminde anlatılması doğru değildir.

Sultan Vahdettin’in 1917’de yaptığı bir Almanya ziyaretinde çekilen fotoğrafta, Mustafa Kemal de görülüyor. Ziyarete ordu temsilcisi olarak katılan Mustafa Kemal’in Sultan Vahdettin’le birlikte görüldüğü tek fotoğraf bu.

Millî Mücadele ve İttihat Terakki

Bir kere İttihatçılar, Millî Mücadele’yi destekleyen değil basbayağı yapanlardır! Mesela Bardakçı’nın kitabında rastladığımız (s. 261-262) ve Doğu Karadeniz’e Ukrayna’dan gelen Rumların yerleştirilmesine karşı direnen Topal Osman Ağa, Teşkilât-ı Mahsûsa üyesidir, yani azılı bir İttihatçıdır. Onun etkinliklerini Mustafa Kemal Paşa’nın durdurmasını isteyen Trabzon Valisi Mehmet Galip Bey de, İttihatçılarca memuriyetten çıkarılmış, daha sonra Damat Ferit Paşa tarafından görevlendirilmiş bir İtilâfçıdır.

İkinci olarak ise, Hürriyet ve İtilâf mensuplarının yekpare Millî Mücadele karşıtı olduğunu söylemek de abartılı, hattâ yanlıştır. Evet, Refik Halit Karay gibi birçok İtilâfçı Millî Mücadele’ye sonuna kadar karşı durmuş ve 150’lik olmuştur; ama unutulmamalıdır ki Lozan’da İsmet Paşa’nın sağ kolu olan ve TBMM’nde saltanatın kaldırılmasına ilişkin ilk önergelerden birini veren Rıza Nur Bey de Hürriyet ve İtilâf kurucusudur. Özetle söyleyecek olursak, 1919 ilkbaharında olmasa da, ak koyunla kara koyunun artık iyice ayırdedildiği bir dönemde ayakları suya eren birçok İtilâfçı da Millî Mücadele’ye katılmıştır.

Sadık bir dost Mustafa Kemal’le birlikte Bandırma vapuruna binenler arasında Albay Refet (Bele) Bey de bulunuyordu.

Mesele, Saray’ın ve Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin millî direniş vasıtasıyla İttihat ve Terakkî’nin yeniden güçlenmesini engelleme meselesidir. İttihatçıların toparlanmasını o günlerde İstanbul’a hakim olan çevrelerin istememesinin arkasında iki önemli neden yatar. En başta, Sultan VI. Mehmet Vahdettin’in İttihatçıların ülkeye kazandırdıkları en önemli değer olan ulusal egemenliği, yani parlamento üstünlüğünü istememesi; Batı ve Kuzey Avrupa ülkelerindekine benzer bir hükümdar değil, savaştan önceki Alman İmparatoru gibi bir hükümdar olmak istemesi gelir. Üstelik bu söylediğimiz iyimser bir tahmindir; zira Sultan Vahdettin’in 1876-1878’dekine benzer bir meşrutiyet, yani Meclis-i Mebusan’a hiçbir ağırlık tanımayan bir parlamentarizm yanlısı olma ihtimali de mevcuttur. İkinci olarak, Sultan Vahdettin ve çevresindekiler, İttihatçıların cumhuriyet kurmaya kadar gideceklerinden  kuşkulanıyorlar, yeniden iktidara gelmeleri halinde ise cumhuriyet kurmasalar da en azından padişah değişikliğine gideceklerinden korkuyorlardı.

Dolayısıyla, Damat Ferit Paşa’nın da Hürriyet ve İtilâf kurucularından olduğu ve kayınbiraderi Sultan Vahdettin’in de şehzadeliği sırasında bu parti mahfillerinde sık sık görüldüğü bilgilerini de aklımızda tutarak, Millî Mücadele dönemini ‘1. Dünya Savaşı’nın galibi kötücüllere karşı girişilmiş bir savaşım’a indirgemekten kurtulmamız gerekiyor.

Devrim 1908’de başladı

Burada sözkonusu olan bir iç siyasal mücadele vardır ki, adına Türk Devrimi diyoruz; bu bir. İkincisi, bu devrimin de 1908’de başladığını kabul etmemiz gerekiyor. Eğer Mustafa Kemal Paşa’nın parlamenter rejimi, giderek hakimiyet-i milliyeyi korumak adına Hareket Ordusu’na katılan, hattâ bu orduya adını da veren İttihatçı bir subay olduğunu unutursak; 31 Mart Hadisesi’ni tezgâhlayanların da daha sonra Hürriyet ve İtilâf kurucuları olduklarını unutursak; dahası, 31 Mart Hadisesi’nin elebaşılarından İtthad-ı Muhammedî Cemiyeti’ne Şehzade Vahdettin Efendi’nin de para yardımında bulunduğunu unutursak; son olarak da Veliaht Yusuf İzzettin Efendi’nin intiharından sonra İttihatçıların yeni veliaht Vahdettin Efendi’nin tahta giden yolunu kesebilmek için planlar yaptıklarını ve bunun da Vahdettin Efendi’nin kulağına gitmiş olduğunu unutursak; ne Millî Mücadele’yi anlayabiliriz, ne de cumhuriyetin ilânını. Bu bakımdan, “Vahdettin iyi bir adamdı; çocukları, çiçekleri sevdiği gibi Mustafa Kemal Paşa’yı da severdi” dendiğinde tüyleri diken diken olanların, II. Meşrutiyet’i tümüyle gözardı edip Atatürk’ü İttihat ve Terakki’den ayrıştırma çabalarına bir an önce son vermeleri gerekiyor.

Muhalif” ve “hain

Bardakçı’nın kitabının neden parlak olmadığını söylüyoruz? Zira Sultan VI. Mehmet Vahdettin’in neme nem biri olduğuna hiç değinmeden kendisiyle özdeşleşen, onu temize çıkarmaya çalışan bir kitap. Ama Sultan Vahdettin’e hain diyenler de onun karşısındakilerle özdeşleşmiş oluyorlar. Herhangi bir tarafla özdeşleştiğinizde de iyi bir siyasal tarih yazamıyorsunuz tabii. O kadar ki, ne Bardakçı Sultan Vahdettin’in Meclis-i Mebusan’ı 21 Aralık 1918’de neden kapattığını, sonra da 1919 Ekim’inde mecbur olana kadar neden seçim çağrısı yapmadığını açıklıyor, ne de muarızları Bardakçı’yı eleştirirken Sultan Vahdettin’in hakimiyet-i milliyeyi yerleştirmiş olan Anayasa’yı çiğneyen adam olduğunu kullanıyor. Öyle sanıyorum ki bunların arasında hakimiyet-i milliyenin bu ülkeye Millî Mücadele sırasında değil, II. Meşrutiyet’te, 1909’da geldiğini hâlâ bilmeyenler vardır. Hani Sultan Vahdettin’e ulusal egemenliği ayaklar altına aldığı için hain deseler, belki biraz anlar gibi olacağım. Devrimcilerin, devrim sürecinde zayıf oldukları için kurtuluşu dışarıda arayan karşı-devrimcilere hain demelerini de anlarım. Zaten devrimlerin muhalifi olmaz; ancak haini olur. Ama olan bitenlerden 100 yıl sonra hâlâ devrimcilerin söylemini tekrar edenleri anlayamıyorum.

Biraz da sonrasına bakalım. Bilindiği gibi anayasa hukukçularının etkisi altında kalan yakın dönem tarihçiliğimiz, 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu’na “1921 Anayasası” der. “Hakimiyet milletindir” sözcüklerinin arasına “kayıtsız ve şartsız” sözcüklerinin sıkıştırılmış olmasına hak etmediği bir anlam yükler. Bazıları daha da ileri giderek yeni ortaya çıkan cümlenin cumhuriyet demek olduğunu savunuyor. Bu, tümüyle yanlış bir tarihçiliktir. O yasa, devlet biçimine ilişkin hiçbir şey söylemez. Zaten hemen sonrasında TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’daki sadrazam Ahmet Tevfik Paşa’ya gönderdiği bir telgrafta, Osmanlı Anayasası’nın Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu’yla çelişmeyen bütün maddelerinin eskisi gibi geçerli olduğunu yazar. Yani Saltanat yadsınmıyordur. Ahmet Tevfik Paşa ise yanıtında, bunun padişahın haklarına aykırı olduğunu iddia eder. Yani Sultan Vahdettin, 1909 Anayasa değişikliklerini kabul etmeye 1921’de bile yanaşmıyordur. Özetleyecek olursak, 17 Aralık 1908’de Meclis-i Mebusan’ın açılmasıyla başlayan meclis üstünlüğüne karşı padişah üstünlüğü çatışması, 1921’de de sürüyordur ve ancak 1 Kasım 1922’de Saltanat’ın kaldırılmasıyla sona erecektir. Dolayısıyla “Millî Mücadele”nin iki anlamı vardır. Bunların biri, milletin dış dünyayla mücadelesidir tabii; ikincisi ise milletin Anayasa’ya göre en üstün güç olan parlamentosunu yeniden açtırma mücadelesi, yani tekrar ulusal iradenin egemenliğini sağlama mücadelesidir. Bu ikinci mücadelenin “yeniden” ve “tekrar” yapılıyor olmasının müsebbibi ise Sultan VI. Mehmet Vahdettin’dir.

İngilizler mi gönderdi yoksa?

Gelelim kitabın içeriğine. Kitapta bugüne kadar yayımlanmamış belgeler olduğu doğrudur. Ancak bunlar sayıca çok az. Yani kitabın üçte ikisini kaplayan belgelerin büyük bir çoğunluğu daha önce yayımlanmış olduğu gibi, bunların da önemli bir bölümünü zaten Murat Bardakçı’nın kendisi yayımlamıştı. Yeni belgelerin ise hiçbiri Mustafa Kemal Paşa’nın tayiniyle ilgili değil. Bu durum, kitabın tam 110 belge verilerek gereksiz yere şişirilmiş olduğuna (fiyatının 48 TL olduğunu hatırlatalım!) işaret ediyor; zira kitabı sansasyonel bir gazetecilik örneği yapan başlığına uygun hiçbir yeni belge yok.

Tayin emri Mustafa Kemal’in Dokuzuncu Ordu Müfettişliği’ne tayin edildiğini gösteren 30 Nisan 1919 tarihli belge, daha önce Murat Bardakçı tarafından yayımlanmıştı.

Kitap, Bardakçı’nın John Bennett’le olan bir anısıyla başlıyor ki, evlere şenlik. Bennett diyesiymiş ki, Mustafa Kemal Paşa’yı Samsun’a gönderen kendisiymiş ve Bardakçı’ya göre doğru söylemişmiş (s. 11-12). Bennett’in Bardakçı’ya tam olarak ne söylediğini bilemiyoruz tabii. Ancak gerçekten, “Sizin Mustafa Kemal’inizi Samsun’a ben göndermiştim…” dediyse, hem halt etmiş hem de Bardakçı’ya halt ettirmiş oluyor. Zira, Bennett aldığı bir emri uygulayan bir yüzbaşıydı. Ayrıca, Mustafa Kemal Paşa ve yanındakilere İstanbul’dan çıkış vizesi vermek istemediğini ve vizeyi üstlerinden aldığı emir üzerine, istemeye istemeye verdiğini anılarında kendi söyler. Bardakçı’nın Bennett’in anılarını okuduğunu ve sözkonusu vize meselesinde Bennett’in ne kadar yanlış bilgiler verdiğini bildiğini sanırdık. Yanılmışız. Üstelik, Mustafa Kemal Paşa’yı bir İngiliz ya da İngilizler göndermişse Samsun’a, nerede kaldı bizim “devlet operasyonu”muz?

İstanbul’da son haftalar Bu fotoğrafın çekilmesinden birkaç hafta sonra Samsun’a doğru yola çıkacak olan Mustafa Kemal’in üniformasındaki kordonlar, Sultan Vahdettin’in “fahrî yaveri” olduğunu gösteriyor.

“Devlet” ve “hükümet”

Kitabın özgünlüğü de, başlığında da gördüğümüz bu “devlet operasyonu” kavramı. Kitabı okuduktan sonra, Bardakçı’nın 100. yıl münasebetiyle dalgasını mı geçtiğini, Türk okurlarının ciddî bir çoğunluyla alay mı ettiğini, yoksa kırk yıldır süregiden, siyasete ilişkin cehalet, kavram kargaşası ve ne dediğini bilmezlik ortamından yararlanarak Sultan Vahdettin ve hempâlarına ilişkin yeni bir kurtarma operasyonuna mı giriştiğini düşündüm. Nitekim son kırk yılda hem politikacılarımızın hem de sivil toplum adına konuştuklarını iddia eden yarım akıllıların çabalarıyla devlet ve hükümeti – ya da iktidarı – karıştırır oldu bu ülke. Buna paralel olarak ve darbeci askerlerimizin de ısrarlı katkıları refakatinde, aşkın bir de devlet kavramı belirdi. Yani iktidardaki siyasetçilerin iradesi dışında hareket edebilen, kendi başına düşünen ve kararlar alan bir devlet kavramı. Bu da siyasetçilerimizi daha da coşturdu. Politikalarının eleştirisini def edebilmek için “devlet menfaati” der oldular; parti politikalarını “devlet çıkarı” olarak pazarlar oldular. Tabii iyi üniversitelerimizin parlak öğrencilerinin bunu yutmadıklarından ve Bardakçı’nın kitabına göz atmaları durumunda meşreplerine göre gülümseyeceklerinden veya kahkaha atacaklarından kuşkum yok. Zira kitaptaki devlet, Damat Ferit Paşa Hükümeti!

Tarihten fıkraya!

Tabii burada Bardakçı’yı eleştirdiklerini sananların da siyaset bilimi dağarcıklarında bir bahar temizliği yapmaları gerekiyor. Örneğin Sinan Meydan, “Atatürk’ü Anadolu’ya devletin (Osmanlı Hükümeti) gönderdiği doğru” buyurmuş. Hakkı Uyar da eklemiş: “ortada bir devlet projesi yok ama devlete ihanet var”. Okurlarımız, iktidarda olsun, muhalefette olsun, bütün siyasal partilerin devleti düze en iyi kendilerinin çıkaracağını, diğerlerinin politikalarının ise devleti batıracağını söylediklerini biliyorlardır sanırım. Ama bu devlet-hükümet işi burada bitmiyor, zira Bardakçı bazı önlemler almış. Meselâ bazı Bakanların Samsun’a gönderilme işinden habersiz olduklarını, bazılarının da öğrendiklerinde, özellikle de Mustafa Kemal Paşa’ya verilen yetkiler konusunda, biraz hık mık edip işi oluruna bıraktıklarını söylemiş. Yani birkaç yıl sonraki gözden geçirilmiş -bu çok gerekli- ve genişletilmiş ikinci baskının kapağında karşımıza bir “daha derin bir devlet operasyonu” da çıkabilir; şimdiden hazırlıklı olalım.

Son olarak bu operasyona bakalım. Doğrusu, bana biraz Laz fıkrası gibi geldi. Sözü Bardakçı’ya bırakıyorum: “Sultan Vahideddin’in ve devletin Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya gönderme kararlarının ardında iki temel düşünce mevcuttur: Müttefiklerin, Samsun ve havalisinde çıkan karışıklıklara son verme bahanesi ile Mondros Mütarekesi’ne dayanarak Samsun’u ve o bölgedeki daha başka yerleri işgal etmelerini önlemek ve görev mahallinde kendi başına harekete geçerek silâhlı bir mukavemet oluşturacağından emin oldukları Mustafa Kemal’in gittiği bölgede teşkil edeceği gücü yeri geldiğinde kullanmak, özellikle de barış masasına arkalarında bu ve bunun gibi güçlerin varlığını hissettirerek oturmak!”

Yani, her şey bir yana, İngilizlerin işgaline neden olacak direnişe son verip, İngilizlerin işgaline neden olmayacak bir direniş örgütlenecek! Tabii bu İngilizlerin ancak masa başında uğraşabilecekleri yeni silahlı güç kimlerden oluşur, onu da bir Allah, bir de Temel.