Dünün ve bugünün gündemi e-postanıza gelsin.
0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

İstanbul’da çoksesli zamanlar

1940’ların İstanbul’u hem farklı Türk dilleri hem de Tatarca, Ermenice, Rumca, Rusça, Fransızca ve Ladino’nun günlük hayatta sıklıkla duyulduğu bir atmosferi soluyordu. Netflix’te yayımlanan “Kulüp” dizisi ve dizi müziği, bu çoksesli dünyanın tarihî gerçekliğini bizlere hatırlatıyor.

 Netflix’teki “Kulüp” dizisi epey ilgi topladı. Hepimiz artık devamını heyacanla bek­liyoruz. 1940’lı yılların Beyoğlu’su ve La­dino konuşan İstanbullular… Diziyi seyrettikten bir süre sonra özellikle dizinin müziğini tekrar tekrar dinleyince çocukluğumun sesleri öne çık­tı. Her zaman, araştırdığım tarih hakkında yazı­yorum; bu yazı ise yaşadığım tarih hakkında.

Bazen dile getirdiğim gibi ben bir göçmen ço­cuğu olarak büyüdüm. Babam Ural dağlarında­ki Başkurdistan’dan, annem ise Kırım harbinden Romanya’ya göçmüş Tatarlardandı. İstanbul’da pek bir akrabamız yoktu. Çok erken zamanlarda, içerisi ile dışarı­sı arasındaki farkları eşikten seyreder olmuştum. Daha 4 yaşında iken babamın Türkçesini “kopru değil köprü ba­ba” diye düzeltmemden de anlaşıldığı gibi “buralı” olmak istiyordum. Öte yandan evde karşılaştığım renkli dünyayı hiç yadırgamıyor, herkes böyle yaşıyor sanıyordum.

Bizim eve gelip gidenler çok farklı yerlerden insanlar­dı. Annemin ve babamın müşterek dostları vardı, karşı­lıklı gidilir gelinirdi; bunlar daha çok rahmetli Toktamış Ateş’in annesi ve babası gibi akademisyenlerdi; bir de sık sık uğrayan öğrenciler vardı. Babamın yolları Türkiye’ye düşmüş ve kendilerine “Türkistanlılar” dediğimiz her sı­nıftan insanlardan, ayrıca Avrupa’dan gelen dostları vardı. Türkistanlılar ile benim pek de bilmediğim ve anlayama­dığım konularda uzayıp giden konuşmalar olurdu. Anla­yamazdım ama bu suretle kulağım farklı Türk dillerine aşinalık kazandı. Avrupalılar da çoğunlukla Türkolog ve tarihçi idiler; babama “Zaki Validi” diyen bu uzun boy­lu insanlar, kısacık boylu babamı sevgiyle kucaklarlardı. Bu arada ben de Avrupa dilleri arasındaki farkı anlamaya başlamıştım.

Annemin dostları ise farklı idi. Biz o sıralarda Beya­zıt’ta Soğanağa mahallesinde oturuyorduk. Güneye doğru, aşağıda Kadırga Camii’nden ezan sesi gelir, çocuk zihnim­de Kumkapı’dan duyulan kilise çanlarının sesi ile karışır­dı. Kumkapı’da annemin bir tanıdığının oturduğu eski tip ev Ermeni “Matmazel”indi. Tatarca, Er­menice, Türkçe sesler birbirine karışırdı. Anne­min Bükreş Üniversitesi’nden Gagavuz arkadaş­ları da vardı. Bunlardan biri matematikçi idi; bir Türk ile evlenmiş Müslüman olmuştu. Diğeri ise Nadye Teyze idi. Nadye Teyze çok yere girer çı­kar, beni de yanında götürürdü. Onunla beraber­ken karşılaştığım insanlar, bizim evde gördükleri­me benzemezdi.

Tophane’de tepesinde bir kilise olan binadaki odasını hatırlıyorum. Eteği uzun ama sakalı olan bir adam görmüş, “Bu kim?” diye sormuştum. “Papaz” denince, ben “Kadın papazı mı, erkek papazı mı?” diye sormaya devam etmiştim. Başka odalarda Ortodoks kilisesine bağlı Rus aileler oturuyordu. Rus aileler yılbaşı kutlamalarında vot­kanın yanında jöleli balık yiyorlardı. Daha sonraki yıllarda o kiliseyi görmek istediğimde bunların üç tane olduğunu hepsinin de Tophane’deki üç binanın tepesinde olduğunu öğrendim. Nadye Teyze beni Hamdullah Suphi Tanrıö­ver’in Suphi Paşa konağına da götürürdü. Oraya babamla da giderdim; biz duvarları tahta kaplama üzerine kesme camların olduğu Harem kısmına giderdik. Nadye Teyze ile Selamlık kısmındaki salon gibi kocaman mutfağa gi­derdik. Birçok Gagavuz genç burada okuyordu. Mutfakta yemekleri aksak aksak yürüyen Tanti Teyze yapıyordu. Bu mutfakta da Romence, Rusça, Fransızca ve Türkçe konu­şuluyordu. “Tanti”nin teyze anlamına geldiğini bilmeye­cek yaşta idim.

Herkesin böyle “çok sesli” dünyası olduğunu varsayar­ken, bir gün o dünyanın “tek sesli” olacağı hiç aklıma gel­memişti. Buralı olmuştum ama, çok sesli dünyam tek ses­li oluvermişti. “Kulüp” dizisi olmasaydı, o günün İstan­bul’unun çoksesliliğini hatırlamayacaktım. Bu çokseslilik, film müziğinde de kendini ağırlıklı olarak hissettiriyor. Halbuki geçmişi seslerle değil kokularla tanırız diye düşü­nüyordum. Koku daha lokal, ses dünyası daha yaygınmış.

Devamını Oku

Son Haberler