Vitrivius’un mimarlığı “inşa sanatı” olarak tanımlayışının üzerinden yaklaşık iki bin yıl geçti. Heidegger ‘sanat’ (ars) yerine ‘tekhne’yi yeğlese bile, “inşa etme”yi öne çekerek o tanıma çağdaş bir yükleme getirmiştir… Tanımı üzerinde zıtlaşılsa da, mimarlığın işlevinin, başlangıcından beri, insanı doğadan yalıtmak olduğu konusunda görüşbirliği var gibi.
Asıl temellendirme girişimi Yeniden doğuş döneminde gelmiş olsa bile, “Yedi Harika”nın seçiminin Antik Çağ’da gerçekleştiğini, tamamlandığını biliyoruz: Bir Anadolu şairinin, Sidonlu Antipatros’un şiirinde sıralanmışlardır:
Mausoleium; Artemis tapınağı; Olimpia’daki Zeus heykeli; Giza piramidi; sonradan bütün fenerlerin adıyla (Pharos) anılacağı İskenderiye feneri; Babil asma bahçeleri ve onlara en son katılan, buna karşılık ilk yok olan, bronz Rodos heykeli. “Paradoxologie”, bu “harikalar”ı inceleyen bilgi dalı için yaklaşık çeyrek yüzyıl öne önerilen bir isim. “Harika” kavramının kökeninde ise “görülmeye değer”, “görülmezse olmaz” nitelemeleri yeralıyor. Çizgidışı yücelikte, çizgidışına teğet bir simgesellik kapsamında seçilmiş “Dünyanın Yedi Harikası”… Sonraki çağlarda, günümüzde bile “liste”yi açmaya, kimi zaman da yenilemeye çalışanların, Çin seddinden Paskalya adası yontularına benzeri bir mantıktan hareket ettikleri görülüyor.
Bir bölümünden iz olsun kalmamış. Bir bölüğünün parçalarına ulaşılabilmiş. Kimi özellikleri (örneğin göz kamaştırıcı kaplamaları) zamana yenik düşmüş olmakla birlikte, yapılışından dört bin yıl sonra olanca görkemiyle karşımızda dikilen tek harika Giza piramidi.
Anadolu, Yunan yarımadası, Mısır ve Mezopotamya: Dar bir harita kesitine dağılmış her bir harika, kapsamlı arkeolojik kazılar, karşılaştırmalı uygarlık tarihi, yorum bilgisi üçgeninde didikleniyor nicedir. Ufukta, sökülememiş pek çok giz sıralanıyor. En akıl almaz olanı, Giza piramidinin yapımına ilişkin bilinmeyenlere dayanıyor. Uzmanların çözüm önerilerinin biri birileriyle çelişmesi, piramidin nasıl yapıldığını kavramamızı güçleştiriyor.
Şu var: Nasılsa nasıl, yapılmış; yapılmakla kalmamış, bugüne dek zorlu çevre koşullarına, insanların hoyrat girişimlerine, uzun süre kayıtsız kalınmasına karşın, direnmiş. Yedi, asal sayı. Piramit, asal form değil.
Bir dikdörtgenin üzerine kapaklanacak dört üçgen, yerden göğe duruyorlar. Açılar inceden inceye hesaplanıyormuş, demek bir açı koyma denemesi.
Gizli kapaklı bir kütle.
Mimarı Hemon’un ne düşündüğüne, ne bildiğine erişememek yapı tarihinin ilk büyük kilidi.
Henrik İbsen’in Yapı Ustası Solness başlıklı oyununa, oyunun temelini oluşturan soruna defalarca uzandım bugüne dek: Bir yapıyı, temelinin genişliği ve derinliğiyle tersorantılı biçimde yükseltme çabası yalnızca mimari bir intihar değil: Kişiyi yıkımına sürükleyen ölçüsüz bir hırsın simgesi. Bütün ölçüsüz yükselişlerin ağır bir son bedeli olmuş mudur?
Solness dramı, toplumlar kendilerini denetleyemediklerinde Babil kulesinin öyküsüne bir uçta, ikiz kulelere bir başka uçta, bağlanıyor. Güç, gücün düşmanı. Neden yıkılan tapınağın yerine yenisinin yapılamadığı; neden yıkılan uygarlığın kalıntılarının üstünü toprağın, suyun kapladığı, bir biçimde öğrenilmeliydi.
Düş arketipleri de değişmiyor oysa. Bugün Jean Nouvel “sonsuz kule”yi tasarlamaktan, gerçekleştirmenin yolunu aramaktan vazgeçmiyor. Mimarlık tarihi, aklın perdelendiği kalkışımlarla dolu.
Vitrivius’un mimarlığı “inşa sanatı” olarak tanımlayışının üzerinden yaklaşık iki bin yıl geçti. Heidegger, Metafiziğe Giriş’inin başlangıç bölümünde, ‘sanat’ (ars) yerine ‘tekhne’yi yeğlese bile, “inşa etme”yi öne çekerek o tanıma çağdaş bir yükleme getirmiştir.
Karşı kutba, 18. yüzyılda Etienne Boullée’nin yerleştiğini görüyoruz: “Nedir mimarlık? Vitrivius’u izleyerek, onu bir inşa sanatı olarak tanımlayabilir miyim? Hayır. Bu tanımlama, kaba bir hata barındırıyor. Vitruvius, sonucu amaçla karıştırıyor. Ortaya koymak için önce tasarlamak gerekir. Atalarımız, kulübelerini yapmazdan önce onu imgelemişlerdi. Mimarlığı aklın bu ürünü, bu yaratısı oluşturur”.
Yapabildiklerinden çok yapamadıklarıyla iz bıraktığına bakarak, Boullée’yi düşçüler safındaki yerine itip, değerlendirmelerinin önemini indirgemek güç olmasa gerek. Aynı metinde, üzerine basa basa, mimarı yapı ustasından, tasarlama sürecini gerçekleştirme ediminden ayırır. İki karşıt görüş karşılarına çıktığında, kimileri birine ya da ötekine yakın bulur kendini, kimileriyse, bir bakıma uzlaştırıcı yaklaşımı seçerek ikisine eşit mesafede durmayı yeğler: Bir yapı, diyeceklerdir, bir kâğıdın tersi ve yüzü gibi çifte gerçekliklidir: Tasarlanmasa yapılamaz, yapılamasa olmaz. Şüphesiz akıllı uslu görünüyor denklem —doğru mu, ama?
‘Newton Boşgömütü’nü gidip gezemiyoruz, ‘Kraliyet Kütüphanesi’ne üye olamıyoruz: Boullée’nin bu ‘gerçekleşmemiş tasarıları’nın, pek çok örneğin arasından ayırırsak, olmadıklarını, varolmadıklarını, var-olmadıklarını ileri sürebilir miyiz?
Tasarlanmış halleriyle, varlar. Gerçekleşmedikleri için, bir başka düzlemde, yoklar. Ne olursa olsun, hiçbir yapı tasarısı gerçekleşmemiş olsaydı da, Boullée’den mimarlığını söküp alamazdık bana kalırsa. Nasıl, tasarladıklarını gerçekleştirebildikleri halde, Postacı Cheval’i ya da Rudolf Steiner’i mimar saymayı aklımızdan geçirmiyorsak.
Yoksa, geçirmeli miydik?
Tanımı üzerinde zıtlaşılsa da, mimarlığın işlevinin, başlangıcından beri, insanı doğadan yalıtmak olduğu konusunda görüş birliği sağlanmış gibi görünüyor. Bunda, insan yapımı konutu önceleyen uzak çağlarda, korunak ve barınak kavramlarının öne çıkmış olması temel etken sanırım. Hem dirimin, hem ölümün kaynağıydı doğa: İklim koşulları, yabanıl canlılar âlemi, öngörülemez tehlikeler karşısında, homo sapiens öncesinde bile doğanın sağladığı olanaklardan yararlanma yolunun tutulduğu biliniyor.
Altamira, Chauvet, Lascaux, daha nicesi… İçinde iz bırakmış olsun olmasın, insanoğlu için mağaranın ilk konut, ilk toplu konut modelleri arasında ön sıraya geçmiş olduğu ortada. Yeryüzü şekillerine bakıldığında, rahim özelliği ağır basan örnekti mağara: Saklanmaya ve saklamaya, korunmaya ve korumaya elverişli ortamın girişinin denetlenebilmesi, içinde hava ve ısı dolaşımının gerçekleştirilebilmesi, uzun ömürlü bir barınak tipolojisi yaratmaya yetiyordu.
Yerkürenin pek çok noktasında, dünden bugüne, ama Kapadokya, ama Loire vadisi, kaya evlerinin, tapınaklarının, gömütlerinin varolması, mağarayı “ev arketipi”nin kökenine yerleştirmemizi kolaylaştırıyor bugün.
İnsan elinden çıkmış her yapıda, en yalınkatından en görkemlisine, seçilmiş yerinde, boşluğa oyulmuş bir mağara görmek, varsın sapkın bakışaçısı sayılsın. Benimkisi, inşa sanatına karşı bir kalkışım değil kesinkes; Boullée’nin imgeleme biçtiği role dönerek, ilk ev düşlerinde, “Âdem’in kulübesi” etrafında bir çıkış noktası aramak. Bütün düşler karanlıktan başlar. Günü gelmiş, mağaradan dışarı açılmışlardır. Gün gelmiş, aralarından biri ilk duvarı örmeye koyulmuştur.
Bütün duvarların oradan geldiğini düşünmekten başka çıkar yolumuz var mı? Duvar, ölçü demektir — gün gelmiş, ölçmeye başlanmıştır. Modulor’un yazarı her şeyi ona dayandırır.
Ayasofya’yı gezer gezmez, Thomas Whittemore’a (ki o da “h” harfini esgeçmiştir) ölçüler hakkında sorular yöneltir, 4 Aralık 1948 günü yanıtını yazar Le Corbusier’ye — bir daha karşılaştıklarını sanmıyorum, Ayasofya’ya ve Kariye’ye dönebildiğini de: Onların, birer derin mağara, tıpkı Lascaux, yerin dibinden, yerin dibine doğru, nasıl oyulduklarını görmüş olsa gerektir.