Kasım
sayımız çıktı

Mesele okumakta değil okuduğunu anlamakta

'OSMANLICA'NIN SİYASİ OLMAYAN GERÇEKLERİ

Geçen ay Osmanlı Türkçesinin liselerde mecburi olması önerilince kamuoyunda alevli bir tartışma yaşandı. Siyasi gerekçelerle gündeme gelen, getirilen dil konusu; toplumda varolan kutuplaşmanın da etkisiyle temelinden ele alınmadı, tarihî bağlamından kopartıldı.

Osmanlı Türkçesiyle eğitim tartışmalarının siyasete alet edilmeden, gündem değiştirme amacıyla değil gerçekten meselenin temeline inerek, özgür bir platformda, dayatmacı ve tepeden inmeci zihniyetten uzak, kendi ekseninde yapılması gerekir. Bir kültür ve eğitim meselesi olarak siyasi arena değil, ancak uzlaşmacı, çözüm üretici, uzmanlarının görüş bildirdiği platformlar sağlıklı sonuçlar yaratabilir.

Ne yazık ki dil, tarih, kültür geçmişimizle yeniden barışmak, bir dönem için kopmak zorunda kalan bağımızı yeniden tesis etmek için fırsat olarak görülmesi gereken “Osmanlıca” meselesi, siyasete alet edildi. Bir tarafta dayatmacı ve buyurgan “isteseler de istemeseler de” söylemiyle tutum alan siyasi iktidar; diğer tarafta ise konuyu Cumhuriyetin temellerine saldırı olarak algılayıp savunma refleksi veren muhalefet arasında meselenin esası kaynadı gitti.

Bu tartışmalarda en sık tekrarlanan yanlış, Arap alfabesi kullanımının Osmanlı Devleti ile sınırlandırılmasıydı. Anadolu coğrafyasında Arap harflerinin kullanımının bin yıllık bir mazisi vardır. Osmanlı döneminde yazı dilinin temelini oluşturan Arap alfabesi, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan önce, 10. yüzyıldan itibaren Türkçe metinlerin alfabesiydi. Başlangıçta Uygur alfabesiyle birlikte bir müddet çifte alfabe olarak devam etmişse de sonradan Arap alfabesi tek başına Doğu ve Batı Türkçesi tarafından kullanılagelmiştir.

Mesele okumakta değil okuduğunu anlamakta

Eski Türkçe metinlerin gerek anlaşılırlığı, gerek niteliği, Arapça ve Farsçadan alınan unsurların sayısı ve kullanılış alanlarının genişliği oranında değişiklik gösterir. Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminden 16. yüzyıla kadar oldukça sade bir dil kullanılmışken, bilhassa 16-18. yüzyıllar arasındaki Klasik Osmanlı Türkçesi döneminde, az bilinen ve kullanılan Arapça ve Farsça kelimelerle süslü metinler ortaya konulması bir söz ve yazı ustalığı olarak görüldüğünden, yazılı metinlerde kullanılan Türkçe sözcük oranı hayli azalmıştır. Divan edebiyatıyla birlikte güzel ve ağdalı söz söyleme sanatı “moda” haline gelince, bu durum resmî yazı diline de yansımış, gündelik hayatta hiç kullanılmayan kelime ve tamlamalar yazı dilinde yer almıştır.

19. yüzyılın ikinci yarısından sonra dilde sadeleşmeye doğru gidilmiş (bkz. Ahmet Kuyaş, sayfa: 26-29), kullanılan dil ve alfabenin tartışılmaya başlandığı bir devre başlamıştır. 20. yüzyıl başlarında konuşma ve yazı dili bugün bile anlaşılabilecek kadar Türkçe idi. Ancak resmî yazışmalarda bilhassa yüksek makamlara hitap eden yazılarda söz sanatının maharetle kullanılması, Arapça-Farsça kelimelerin bu yazışmalarda varlığını koruması sebebiyle bugün ancak bir sözlük yardımıyla anlaşılabilir.

Mesele okumakta değil okuduğunu anlamakta
1928’de Mustafa Kemal’i Sivas’ta Latin karakterlerini tanıtırken gösteren meşhur fotoğraf ve günümüzde bobiler.org sitesinde yayınlanarak popüler olan bir fotoşop uygulaması.

Aktüel tartışmalar sırasında ortaya çıkan bir gerçek de, Osmanlı Devleti’nde sarayda ve sokakta kullanılan gündelik dil ile sanat, edebiyat ve yazışmalarda kullanılan dilin aynı sanılmasıdır. Yazı dilinde bir takım diplomatika kuralları, zaman içinde yerleşen yazının yazıldığı makama özel hitap, dua, elkab gibi yazının giriş bölümünde Arapça-Farsça kelime ve tamlamalarla süslenirdi. Yazı dili; devrine, yazının çıktığı kuruma, yazanın meslek veya sanatına, tahsiline göre değişiklik gösterirdi. Ancak yazıda asıl meramın anlatıldığı bölüm, daha anlaşılır bir dille yazılırdı.

Bununla beraber Osmanlı Devleti’nde, sarayda kullanılan dil ile edebiyatta, medresede, sokakta kullanılan dil farklı idi (bkz. Necdet Sakaoğlu, sayfa: 21-23). Yüksek makamlara hitap eden ve söz sanatının maharetle kullanıldığı metinler, Arapça-Farsça kelime ve yapılarla örülmüş olurdu. Bu metinlerin halk tarafından anlaşılması güçtü. Bunun yanında halka hitap eden metinler son derece sade bir dille kaleme alınırdı. Mesela fetva metinlerinde sade bir dil kullanılmıştır. Dolayısıyla Osmanlı döneminde bir “yüksek Osmanlıca”, bir de “halk Osmanlıcası”nın var olduğu söylenebilir.

Tartışmaların tozu dumanı dağılınca görüldü ki “Osmanlıca”nın liselerde seçmeli ders olmasına aşırı uçlarda gezenler hariç kimsenin karşı çıktığı yok gibi. Gençlerin tarihimizi ve bize bu tarihi mirası aktaran “eski yazı”yı öğrenmelerinin, herşeyden önce bir kültür ve dil zenginliği meselesi olduğu kabul gördü.

Osmanlı Türkçesinin mecburi ya da seçmeli olarak okullarda müfredatın içine konması noktasında en başta gelen kaygıyı, yani bu ihtiyacı karşılayacak sayı ve kalitede öğretmen bulunabilecek mi sorusunu geçerek, daha önemli ve konuyu temelinden kapsayıcı başka bir soru soralım: Liselerde Arap harfli eski Türkçeyi velev ki öğrettik ve öğrenciler matbu (matbaa baskılı) yazıları okuyabiliyor, hatta ilerleyip el yazısının basit örneklerini de okumayı söktü; peki okuduğunu anlayabilecek mi?

Mesele okumakta değil okuduğunu anlamakta
Eski ve yeni tabela birarada Alfabe değişikliğinden sonra dükkanlar yaklaşık bir yıl daha eski ve yeni tabelalarını birlikte kullandı. Eski Türkçe tabelada, Arapça “pazar” sözcüğü “bazar” biçiminde yazılı.

Eski Türkçeyi okumak ayrı şey, okuduğunu anlamak ayrı şeydir. “Osmanlıca”da, diğer iki dil (Arapça-Farsça) kökenli kelimelerden zengin bir sözcük dağarcığınız yoksa, bilmediğiniz kelimeyi okuyamazsınız veya yanlış okursunuz. Onu da geçelim, diyelim kelimeyi doğru okudunuz. Anlayabilecek misiniz?

Mesele alfabeyi sökmekte ve eline aldığı metni okumakta değil, okuduğunu anlamaktadır. Lise düzeyinde öğretilen “Osmanlıca” ile mezartaşı veya kitabe okunacağı zannediliyorsa “abesle iştigal” ediliyor demektir (bkz. Necdet İşli, sayfa:24)

Kısacası dile yeterince hakim olmadan, kelime dağarcığını zenginleştirmeden eski Türkçe bir metni düzgün bir şekilde okumanın imkanı yoktur. Dolayısıyla esas mesele, okunan metni anlamayı sağlamak için hafızamızdan silinmiş olan eski kelimeleri gençlere yeniden kazandırmaktır. Gençlerin bu dili öğrenmesi herşeyden önce bir kültür meselesidir; aynı zamanda Arap alfabesiyle yazılmış yüzlerce yıllık kültürel ve tarihi mirası olan eski Türkçe metinlerle tanışma vesilesidir.

HARF DEVRİMİ DOSYASI

Eski Türkçe ve yeni Türkçe kapak

Okurlarımız hatırlayacaktır. 2010 Ekim’inde NTV Tarih dergisi, Osmanlı Türkçesi konusunu 1928’de Latin harflerinin kabul edilmesi bağlamında ele almıştı. Uzmanların yazılarıyla dil tartışmalarını tarihî eksenine oturtan yayın, o dönemde de büyük ilgi görmüş; özellikle ön kapak tasarımının birebir eski Türkçe olarak yapıldığı arka kapak farklı çevrelerden farklı tepkiler almıştı. Bugün siyasi gerekçelerle tekrar alevlendirilen “Osmanlıca” tartışmaları, dört yıl önceki seviyenin bile altında cereyan ediyor ve ‘Yeni Türkiye’nin ‘eski Türkçe’si bu kadar olur dedirtiyor.

Gürsel Göncü

Mesele okumakta değil okuduğunu anlamakta

OSMANLILARIN DİLİ DE TÜRKÇEYDİ

Yaygın ama yanlış bir tabir: ‘Osmanlıca’

Sıklıkla kullanılan “Osmanlıca” tabiri, Türkçeden farklı bir dil kanaati yarattığı için doğru değildir. “Osmanlıca” tabiri yanlış olmakla beraber, günümüzde “galat-ı meşhur” olarak kabul görmüştür. Osmanlı Devleti konuşup yazdığı bu dile “lisan-ı Türkî” veya kısaca “Türkçe” demiştir. 1876 Anayasası’nda; “Devletin lisan-ı resmîsi Türkçedir” denmiştir. Osmanlı Maarif Nezareti’nin eğitim dili konusunda yayınladığı, tıp öğreniminin Türkçe yapılması, gayr-i müslim okulları ile özel okullarda derslerin Türkçe okutulması emirlerinde bu durum açıkça görülür. Günümüzde, alfabesinin Arapça oluşunun etkisiyle olsa gerek, “Osmanlıca”nın Türkçeden farklı, Arapça-Farsça-Türkçe karışımı ayrı bir dil olduğu sanılır. Ancak sanılanın aksine “Osmanlıca”; Arapça ve Farsçadan alınan kelime ve tamlamaların Türkçe gramer yapısı içinde sindirildiği, cümle içinde Türkçe eklerle yazıldığı, Türkiye Türkçesinin tarihî bir dönemidir. “Osmanlıca”da, Arapça ve Farsçadan yapılan alıntılarla oluşan terkipler ve birbirinin içine girme, tamamen Türkçenin hakimiyeti altında gerçekleşmiştir. Bu dillerden alınan isim, bileşik isim ve sıfatlar Türkçe cümle yapısına, yardımcı fiiller ve çekim ekleriyle bağlanmıştır.

Osmanlı Türkçesi, Arapça ve Farsçadan, son dönemde Fransızcadan ne kadar sözcük ve söz grubu almış olursa olsun, tüm bu öğeleri kendi imlasına göre sıralamış, cümle hakimiyetini yabancı dillere bırakmamıştır.