Aralık
sayımız çıktı

Osmanlı başkenti sarsıldı ahali çadırlarda yaşadı

İstanbul tarihinde bilinen büyük depremler arasında, Osmanlı döneminde yaşanan üçü öne çıkar. 1509, 1766 ve 1894 depremleri, 1999’da İstanbul’u da etkileyen Marmara depremine kadar halkın ve devletin hafızasına kazınmış; arşiv belgelerindeki kayıtlar felaketleri tarif ve izaha çalışmıştı. Gerçekler ve senaryolar…

1509 DEPREMİ

514 yıl önce, 12 Ağustos 1509’da İstanbul’da meydana gelen depremde 10 bin civa­rında insanın hayatını kay­bettiği hesaplanıyor. Toplam nüfusun en çok 200 bin kişi olduğu tahmin edilen şehirde, halkın yaklaşık %10’u deprem sonucunda öldü veya yaralan­dı. Binlerce ev, yüzlerce cami, mescit, dükkan yıkıldı, İstan­bul surları harap oldu.

45 gün boyunca meydana gelen artçı depremlerin korku­sundan İstanbul halkı evlerine giremedi; dışarıda çadır ve ör­tü altında kaldı. Deprem tsu­namiye de sebep oldu; Marma­ra Denizi kabarıp İstanbul ve Galata surlarını aşarak şehir içinde bazı yerleri su altında bıraktı.

Solakzâde Tarihi, 1509 depremini dört sayfa hâlinde ayrıntılı bir şekilde aktarıyor.

O tarihte Osmanlı tahtın­da bulunan Sultan 2. Baye­zid deprem korkusuyla İs­tanbul’dan ayrılıp Edirne’ye gitti (ancak deprem burada da padişahı bulmuş ve şehir­de şiddetli bir deprem yaşan­mıştır). “Küçük Kıyamet” diye adlandırılan 1509 depremin­de büyük ölçüde tahrip olan İstanbul’un hâlini ve Sultan 2. Bayezid’in depreme verdi­ği tepkiyi ayrıntılı bir şekil­de Solakzâde Mehmed Hem­demî’nin kaleme aldığı So­lakzâde Tarihi’nden takip etmek mümkündür. Solakzâde Tarihi 321-324 sayfalarında anlatılan 1509 İstanbul depre­minin bugünkü Türkçesi şöy­ledir:

“1509 senesinin Eylül ayında, bir rivayete göre 12 Ağustos 1509 gecesinde Rum memleketlerinde ‘Küçük Kı­yamet’ diye bilinen büyük deprem meydana gelmiştir. O zamana kadar böyle bir dep­rem ne olmuştu ve ne de tarih kitaplarında yazılmıştı. Yer ve gök sarsılıp makam ve mekan birbirine geçip kırkbeş gün aralıksız sarsıntılar devam et­ti. Halk çatı altına girmeyip bahçelerde açık yerlerde yat­tı. Zelzele sadece İstanbul’da değil belki etraftaki her yerde hissedildi. Edirne’de dahi ni­ce nice evler yıkıldı. Anadolu havalisindeki Rum vilayetinde Çorum nam kasabanın iki ma­hallesi yere geçti, mescitleri ve minareleri yerlebir oldu.

İstanbul merkezinde 109 mescit ve 1.070 hane harap ol­duğundan başka 5 bin erkek, kadın ve çocuğun ölmesine se­bep oldu. Şehir içinde ayakta minare kalmadı. Kostantiniy­ye surunun iki kat duvarı, kara tarafında Eğrikapı’dan başlayıp Yedikule’ye kadar yıkıldı. Buradan geçerek deniz tara­fından Narlıkapı’dan başlayıp İshak Paşa Kapısı’na varınca yer yer yıkılıp ancak te­melleri yerinde kaldı.

Topkapı Sarayı’nın deniz tarafı Hastalar Kapısı’ndan Kayıklar Kapısı’na varınca yer yer yıkıldı. Bahçekapı­sı dedikleri mahal ha­rabe oldu. Avratpazarı yakınında 1.900 yıl­dan beri ayakta olan İsa Kapısı yıkılıp yer­lebir oldu. Bütün şe­hir surundan yaklaşık 20 kilometre yer ha­rap olup yere döküldü. Görülen bu üzücü ve hüzünlü durum insan­ların belini büktü.

Sultan Mehmed Cami-i Şerifi’nin (Fa­tih Camii) dört büyük sütununun başı çat­ladı ve sağ tarafında demir kiriş eğrilip sol tarafında ona karşı olan demir kiriş eğildi ve bir rivayette kubbesi eğilip sonradan tamir olundu der­ler. İmaret ve Bimarhane’nin nice kubbeleri yıkıldı ve Fa­tih Medresesi’nin üç kubbesi yere indi. Ve bazı medresele­rin birer, ikişer, üçer kubbeleri yerlebir oldu. Bunlardan baş­ka Padişah hazretlerinin yeni yaptırdıkları cami ki, hâlâ Sul­tan Bayezid Camii diye bilinen meşhur mabedin kubbesi da­ğılıp parça parça oldu.

‘Aşıklar gönlü gibi viran şehir’


Solakzâde Tarihi’ne göre 1509 depreminde şehrin içinde ayakta minare kalmamıştı. Solakzâde Mehmed Hemdemî, şairane bir ifadeyle şehri “âşıklar gönlü gibi zelzeleden viran” sözleriyle tarif etmişti.

Nihayet Sultan 2. Bayezid için Topkapı Sarayı bahçesin­de bir çatma oda tedarik olun­du. Tam 10 gün padişah bu oda içine girip orada kaldı. İstan­bul gibi mâmur bir şehir, âşık­lar gönlü gibi zelzeleden viran olunca padişah mekan değiş­tirmeye karar verip Edirne şehrine gitti. Allah’ın hikmeti, aynı senenin 23 Ekim gecesi Edirne’de de bir zelzele oldu ki İstanbul’da meydana gelen zelzelenin aynıydı. Aynı şekil­de 16 Kasım günü öncekilere denk bir zelzele daha meydana geldi. İnsanlar hayret içinde kaldı. 27 Kasım günü acayip ve eşi benzeri görülmedik bir yağmur, tıpkı bir tufan gibi ya­ğıp Tunca Nehri suların yük­selmesiyle taşıp nice sağlam binalar ve meskenler harap ve viran olup yerlebir oldu. Edir­ne şehri kurulalıdan beri gö­rülmemiş bir tufan o günlerde yaşandı.

Bu hadiseyi de atlattıktan sonra Padişah 2. Bayezid ‘ayak divanı’ ferman edip devletin büyük-küçük âyan ve erkânı padişahın huzurunda kurulan divanda toplandı. Sultan Baye­zid hareminden çıkıp divana varınca, vezirler ve ümerâyı hiddetle azarlayıp buyurdular ki, ‘Zulüm ve fesadınız, eziyet ve zalimliğiniz yüzünden maz­lumların âhı Allah’ın gazabına sebep olmuştur. Bu felaket za­limliğiniz yüzünden meydana geldi’ dedi. Bu şekilde her bi­rini paylayıp sonra fermanla­rıyla İstanbul hisarının ve sair yıkılmış olan yerlerin tamiri için müşavere olundu. Bunun üzerine karar verildi ki, yirmi evden bir adam ve ev başına yirmişer akçe takdir edilerek güvenilir bir adam tayin et­tiler. Şehzadelerin sancağın­dan alınmayıp diğer Anadolu memleketlerinden otuz yedi bin adam ve Rumeli’den yir­mi dokuz bin adam çıkarılıp, üç bin kadar da usta ve neccar getirtip ve nice nice üstadlar da getirildi. Bunlardan başka üç bin müsellem ve sekiz bin yaya kireç yapmak için toplan­dı. Bu şekilde hazırlandıktan sonra 29 Mart 1510’da başla­nıp 1 Haziran 1510 tarihinde tamamlandı. Böylece sade­ce İstanbul suru değil, Galata Hisarı, Kızkulesi ve Yenihisar karşısındaki kaleyi, Çekmece Köprüsü, Silivri Kalesi toplam altmış dört günde tamir ve in­şa edildi”.

19. yüzyıl başından Bartlett imzalı bu gravürde, Hücum Kapısı yakınlarındaki hasarlı bir kule.

1766 DEPREMİ

22 Mayıs 1766 Perşembe sa­bahı gün doğduktan yarım saat sonra yaklaşık iki daki­ka süren müthiş bir deprem İstanbul ve civarında büyük tahribata sebep oldu. 4 binden fazla insanın öldüğü tahmin edilen depremde, kargir ve ah­şap binaların çoğu, başta Fatih Camii olmak üzere şehirde­ki ibadethaneler yıkıldı veya hasara uğradı. Ağustos ayına kadar yaklaşık iki buçuk ay aralıklarla tekrar eden deprem artçıları halkı dehşet içinde bıraktı; evlere giremeyen ahali çadırlarda yaşadı.

İstanbul’da ev, han, dük­kan, cami, mescit, medrese ve diğer resmî yapılardaki hasar o kadar büyük oldu ki zara­rın giderilmesi şehrin yeniden imar ve inşaı için İstanbul’da­ki yapı ustaları ve inşaat ame­lesi yeterli olamayacağından Anadolu ve Rumeli’den neccar (marangoz), taşçı, duvarcı vs. her sınıftan inşaat ustaları ta­lep edildi.

30 Mayıs 1766 tarihinde Kayseri mutasarrıfı ve kadı­sına gönderilen belgede, İs­tanbul’da meydana gelen bü­yük depremden dolayı yıkılan binaların tamiri için İstan­bul’daki ustalar yetersiz kala­cağından Kayseri’de bulunan hamamcı ve neccar taifesi­nin; yine aynı belgede Görice ve Arnavud Belgradı ve o böl­gelerdeki kazalarda bulunan duvarcı ustalarının; Gelibolu ve Midilli’deki neccar ve diğer bina ustalarının acilen İstan­bul’a gönderilmesi emredil­mişti (BOA, C.BLD, 13/641).

1766 İstanbul depremi, Va­kanüvis Vâsıf Ahmed Efen­di’nin kaleme aldığı Vasıf Ta­rihi c.1 s.177’de şöyle anlatıl­maktadır:

“22 Mayıs 1766 Perşem­be günü güneşin doğuşundan yarım saat geçmiş iken iki da­kika kadar süren şiddetli bir zelzele İstanbul ve civarında vuku buldu. Depremin şidde­tinden kargir ve ahşaptan ya­pılmış evler, dükkanlar ve sair mahallerin ekserisi hasar gö­rüp bazıları yıkılıp harap ol­du. Çok sayıda insan toprak ve enkaz altında kaldı. İnsanlar korku içinde hayret ve dehşete kapıldı. Bu büyük afetten bir­kaç gün sonra Cuma namazı kılınırken bir deprem daha ol­du. Öncekinden daha hafif ise de halkı korkuya düşürmüştü. Bu depremler Ağustos ayına kadar ara ara devam etmiş ol­duğundan, ahalinin çoğu açık mahallerde çadırlar içinde kal­mış, evlerine girememiştir. Pa­dişah depremzede ahaliye para yardımında bulunarak gece ve gündüz dua etmelerini tavsiye etmişti. Zelzeleden harap olan bina ve mekanların tamiri için hareket geçilip, yıkılan Fatih Camii’nin tamiri için padişah kendi hazinesinden para ver­mişti. Sultan Selim, Şehzade, Süleymaniye, Nuruosmaniye, Laleli, Valide, Ayasofya Cami­leri haricinde, bazı camilerin minareleri, bazılarının kub­beleri yıkılmış; kale duvarları çökmüş, Küçük ve Büyük Çek­mece, Burgaz, Çorlu, Karıştı­ran dahi yerle bir olmuştu”.

Vâsıf Ahmed Efendi 1766 depreminin artçı sarsıntılardan ötürü üç ay ahalinin çadırlarda kaldığını aktarıyor (solda). Bir yandan da devam eden inşa faaliyetleri için Rumeli ve Anadolu’dan inşaat ustaları isteniyordu (sağda).

İstanbul’daki bu deprem­den yaklaşık iki buçuk ay son­ra 5 Ağustos 1766 Salı günü Gelibolu-Bolayır bölgesinde de şiddetli bir deprem meydana geldi. Bu depremde Bolayır’da bulunan Gazi Süleyman Paşa Camii’nin minaresi yıkılıp ça­tısı çökmüş; Gelibolu kasabası ve civarında ev, dükkan, cami, mescit, medrese, imaret bina­larında önemli hasarlar mey­dana gelmişti.

İki buçuk aylık bir ara ile meydana gelen bu iki deprem­le, muhtemelen günümüzde Marmara Fayı olarak bilinen yaklaşık 250 kilometrelik fay hattının önce doğu sonra batı kısmının kırıldığı anlaşılmaktadır. Daha önce 1509 İstanbul depreminde de benzer durum yaşanmış, iki-üç ay arayla iki deprem meydana gelmişti.

1894 DEPREMİ

10 Temmuz 1894 Salı günü öğ­le vakti 12.27’de, İstanbul’da 1 dakika kadar süren şiddetli bir deprem oldu. Bilinen tarih boyunca İstanbul’un yaşadığı son büyük deprem olan 1894 tarihli depremde can kayıpları 1.000 kişinin üzerine çıktı.

Sultan 2. Abdülhamid der­hal meydana gelen depremde zarar gören muhtaç durumda­ki ahaliye yardımda bulunul­ması, yaralananların beledi­ye hastanelerine nakledilerek tedavi edilmeleri gibi hususla­rı görüşüp karar almak üzere Şehremini Rıdvan Paşa baş­kanlığında bir komisyon kur­durdu. Ayrıca Depremzedelere Yardım Komisyonu kurularak yapılan bağış ve yardımların toplanması, bu bağış ve yar­dımların organize bir şekilde dağıtılarak halkın ihtiyaçları­nın karşılanmasına çalışıldı.

Padişah deprem sonrası İs­tanbul’daki binaların belediye mühendislerince kontrol edi­lip sağlam olmayan binaların tespit edilmesini ve bir can kaybına yol açmaması için bu şekilde hasar görmüş çürük binaların belediye tarafından yıktırılmasını emretmişti. Kı­sa zamanda bu emir uygulan­mış, hasarlı binaların yıkımına başlanmıştı. Ancak Şehrema­neti (Belediye) mühendisleri tarafından binaların kontrol­leri esnasında, mühendisler tarafından bina sahiplerinden para talep edildiği; vermedik­leri takdirde sağlam binaları­na çürük raporu verecekleri; tam tersi olarak da para kar­şılığı çürük binalara sağlam raporu vererek yıkılmaktan kurtardıklarına dair söylen­tiler çıkması üzerine; padişa­hın emriyle mühendislerden kendilerine bu şekilde yolsuz ve usulsüz muamele ile para talep edilenlerin mahkeme­ye müracaat ederek dava aç­maları hususunda gazetelere ilan verildi. 25 Temmuz 1894 günü Tercüman-ı Hakikat ga­zetesinde “Deprem sebebiyle muayene olunmakta olan bazı binalardan sağlam olanları çü­rük ve çürükleri güya sağlam ve tehlikesiz gösterilmekte ol­duğu duyulup bu gibi istenme­yecek hallerin yaşanması hiç­bir zaman kabul edilemeye­ceği ve hükümetçe yapılacak tahkikatta bu gibi bir durum ortaya çıkarsa yapanlar hak­kında kanuni işlem yapılacağı ve bu şekilde bir muamele ile karşılaşanlar için mahkeme kapılarının açık olduğu ilan olunur” şeklinde bir duyuru yayımlandı.

Şehrin ortası afet yeri 1894 depreminden sonra bölgede yaşayanlar, Galata Mevlevihanesi’nin bahçesine çadır kurmuştu.

Deprem korkusuyla yaşa­yan halkın bu korkusunu artı­rıcı “falan gün deprem olacak” şeklinde bazı söylentilerin çıkması üzerine, 17 Temmuz 1894 tarihinde yine gazeteler aracılığıyla hükümet ağzından, “Depremin yeniden meydana geleceğine dair yalan haberler çıkararak halkın aklını karıştı­ran kişilere itibar edilmemesi, bu rivayetlerin külliyen esassız safsatadan ibaret olduğu, artık herkesin işiyle gücüyle meşgul olması gerektiği” duyuruldu.

Depremle ilgili söylentiler sadece İstanbul’da değil, Avru­pa basınında da komplo teorile­ri şeklinde haber yapıldı. Bugün deprem üzerine ortaya atılan “Haarp silahı” veya “depremi tetikleyen petrol kuyuları” gibi iddialara benzer bir haber Peş­te’de yayımlanan Pester Lloyd gazetesinde çıktı. 28 Ağustos 1894 tarihli gazete haberin­de, Mühendis Herbert Tredan­fer tarafından kayaları delmek için bir burgu icat olunduğu; 15 Temmuz 1894 tarihinde Kons­tantinos isimli bir vapurla Mar­mara Denizi’nde demir atılarak işe başlandığı; açılmakta olan delik 54 bin kademe (yakla­şık 16.000 metre) ulaştığında 10 Temmuz günü İstanbul’da deprem olduğu; geminin bun­dan sonra Marmara’dan ay­rılarak kaybolduğu yazmak­taydı.

Bu haberi 2 Eylül 1894 ta­rihinde Sultan 2. Abdülha­mid’e bildiren Başkatip Sü­reyya Paşa, “Her ne kadar bu habere gerçek gözüyle bakı­lamaz ise de bu haber Pester Lloyd gibi önemli bir gazete tarafından yayımlanmış oldu­ğundan tamamen gözardı edi­lemeyeceği ve araştırılması gerektiğini” arzetti.

Anlaşılan gazetede çıkan haber padişahta da merak uyandırmış, Zaptiye Nazırı Nâzım Paşa tarafından yapı­lan tahkikatın neticesi padi­şaha arzedilmişti. 14 Eylül 1894 tarihli tahkikat raporun­da şöyle yazmaktadır: “Yapı­lan araştırma ve incelemeler neticesinde bu şekilde bir va­purun Marmara Denizi’ne ge­lip demirlemiş olduğuna dair bir ize rastlanmadığı, yurt­dışı ile yapılan telgraf görüş­melerinde bu konuda telgraf merkezlerinde kayıt olmadı­ğı, gazetenin meydana gelen deprem üzerinden böyle bir muammalı esrarengiz haber yapmış olabileceği…”

Anlaşılan gazetede çıkan haber padişahta da merak uyandırmış, Zaptiye Nazırı Nâzım Paşa tarafından yapı­lan tahkikatın neticesi padi­şaha arzedilmişti. 14 Eylül 1894 tarihli tahkikat raporun­da şöyle yazmaktadır: “Yapı­lan araştırma ve incelemeler neticesinde bu şekilde bir va­purun Marmara Denizi’ne ge­lip demirlemiş olduğuna dair bir ize rastlanmadığı, yurt­dışı ile yapılan telgraf görüş­melerinde bu konuda telgraf merkezlerinde kayıt olmadı­ğı, gazetenin meydana gelen deprem üzerinden böyle bir muammalı esrarengiz haber yapmış olabileceği…”

Sultandan gazetelere ilan
Belediye mühendislerinin yolsuzluk yaptığı söylentileri üzerine Sultan Abdülhamid’in emriyle şikayetçilerin mahkemeye başvurmasına yönelik ilan, 1894 depreminden iki hafta sonra Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yayımlandı.

2. Abdülhamid’in çabası

2. Abdülhamid deprem­den hemen sonra, 14 Tem­muz1894’te Londra Sefi­ri Rüstem Paşa’ya bir telgraf göndererek “depremi bir-iki saat önceden haber veren bir alet olduğunun” haber alındı­ğını, Londra’da böyle bir alet varsa satın alınarak kullanma­sını bilen bir kişi ile birlikte gönderilmesini istedi. Rüstem Paşa İngiltere’de deprem ko­nusunda oldukça geniş bilgisi olan ve bu hususta Japonya’da çalışmalar yapmış Cambrid­ge Üniversitesi profesörlerin­den Edwing ile irtibata geçti. Ancak Edwing’in, depremi önceden haber veren bir ale­tin olmadığını, depreme dair bu zamana kadar imal edilen “sismograf” aletinin yalnızca meydana gelen depremi kay­dedip şiddetini tespit etmeye yönelik olduğunu bildirme­si üzerine, padişahın emriyle Avrupa’dan depremi kaydeden sismograf ile bir deprem uz­manı getirilmesine teşebbüs edildi. Bu hususta Viyana, Ro­ma, Paris ve Londra sefaretle­rinin yaptıkları araştırma ne­ticesinde Roma’dan sismog­raf aleti satın alındı. Bu aleti kullanmak ve Osmanlı Dev­leti’nin hizmetinde İstanbul Rasathane’sinde Jeodinamik Şubesi Direktörü unvanıyla görev yapmak üzere deprem uzmanı Profesör Agamemnon ile sözleşme yapıldı. Profesör Agamemnon ile sismograf aleti ve ekipmanı 1895’in Ocak ayın­da İstanbul’a geldi.

İstanbul’da meydana gelen depremin mahiyetini anlamak üzere Atina Rasathanesi Müdü­rü Eginitis de padişahın talebi üzerine 22 Temmuz’da İstan­bul’a ulaştı. İstanbul Rasatha­nesi Müdürü Kombari (Coum­bary) Efendi ile birlikte deprem bölgesini ve Adalar’ı dolaşan Eginitis, gözlem ve inceleme­lerinin sonucunu içeren rapo­ru 15 Ağustos 1894’te padişaha sundu. 15 sayfa ve bir haritadan oluşan bu rapor özetle şöyleydi:

“… Deprem 10 Temmuz 1894 günü öğlen 12.24’te üç şiddet­li zelzele ile başlamıştır. Birinci depremden bir-iki saniye önce kaldırım üzerinden süratle bir­çok araba geçiyormuş gibi yer altından şiddetli sesler duyul­muştur. Bu birinci deprem ya­tay hareketli olup evlerdeki en hafif eşyayı bile yere düşürme­miştir. Dört-beş saniye süren birincinin ardından meydana gelen ikinci deprem çok şiddet­li olup, yatay ve helozonik bir şekilde şiddeti gittikçe artarak 8-9 saniye sürüp önemli tahri­bata sebep olmuştur. Bu ikinci depremde de birincide olduğu gibi yeraltından sesler gelmiş­tir. Nihayet üçüncü deprem ikincinin devamında meydana gelip yatay dalgalı olmuştur. Bu deprem sırasında yeryüzü dal­galı bir deniz üzerinde imiş gibi sallanmıştır. Üçüncü deprem ikincisinden hafif olup 5 saniye sürmüş ve bunda da yeraltından sesler gelmiştir. Çok az aralık­larla peşpeşe meydana gelen bu üç sarsıntı toplamda 17-18 saniye sürmüştür. Depre­min yönü kuzeydoğu-güneybatı istikametinde olmuştur.

Depremde yıkılan Kapalı­çarşı’da bir hayli yaralı saat­lerce enkaz altında kalmış ve hükümet tarafından gönderi­len memurların yardımıyla çı­karılıp kurtarılmıştır. Küçük bir çocuk saatlerce ezilmiş anne­sinin kucağında kalmış olduğu hâlde canlı olarak bulunup kur­tarılmıştır. İstanbul’daki evlerin çoğunun ahşap olması zararın az olmasını sağlamıştır. İstan­bul’daki binaların diğer mahal­ler gibi tamamen kârgir olma­ması memnuniyet veri­cidir. Yoksa daha çok yıkım olacaktı. Ahşap binalar depreme hay­ret edilecek derecede dayanmışlardır. Kö­tü yapılmış olan eski ahşap evler bile sağ­lam kalmış iken, yan­larında olan gösterişli yapılmış güzel ve yeni, hatta demirle bağlan­mış olan kârgir binalar yıkılmıştır.

Ahşaptan sonra en çok dayanan binalar tuğla ile yapı­lanlardır. Tuğla ile yapılan du­varlar elastik ve sağlam olmakla kolay dağılmazlar. Büyükada’da tuğla ile yapılan bir evin orta­sı taştan olup, taştan yapılan kısmın yıkılıp tuğladan olan kısmın sağlam olduğu görül­müştür. Bu durum tuğla ile inşa olunarak demirlerle bağlanan binaların depreme dayandıkla­rını ispat eder”.

Sultan 2. Abdülhamid’in talebi üzerine İstanbul’a gelerek incelemelerde bulunan Atina Rasathanesi Müdürü Eginitis, depremin etkilediği alanları harita üzerinde üç bölge hâlinde işaretlemişti.

Üç önemli mıntıka

Atina Rasathanesi Müdürü Egi­nitis bir harita üzerinde depre­min etkilediği alanları işaretle­miş, depremden etkilenen alanı üç mıntıkaya ayırarak şu sapta­maları yapmıştı:

“1. Depremin merkezini teş­kil eden ve en fazla etkilenen birinci mıntıka, Çatalca’dan İzmit Körfezi ve Adapazarı’na kadar uzayan 175 kilometrelik bir alandır. Bu mıntıka en çok hasarın görüldüğü yerdir. Ada­pazarı, İzmit, Gebze, Kartal, Adalar, Üsküdar, İstanbul, Bü­yükçekmece, Küçükçekmece, Çatalca, Marmara Denizi’nin bir kısmı, Yalova, Karamürsel, Sapanca’nın içinde bulunduğu bu mıntıkada sağlam binalar yı­kılmıştır.

2. İkinci mıntıka İznik, Ak­hisar (Pamukova), Lefke, Ye­nişehir, Demirtaş, Mudanya, İmralı Adası, Marmara Deni­zi’nin bir kısmı, Tekirdağ, Çor­lu, Ereğli, Silivri, Terkos, Beyoğ­lu, Büyükdere, Beykoz olup bu mıntıkada yalnızca kötü inşa olunmuş bazı binalar yıkılmış, genellikle binalarda hafifçe çat­laklar oluşmuştur.

3. Üçüncü mıntıka Bursa, Bilecik, İnegöl, Vezirhanı, Göl­pazarı, Geyve, Taraklı, Hen­dek, İncirli, Sungurlu, Şile, Ka­radeniz’in bir kısmı, Istranca, Midye, Vize, Saray, Lülebur­gaz, Tekirdağ, İnecik, Marmara Denizi’nin bir kısmı, Marmara Adası, Bandırma, Erdek olup, deprem şiddetli olmuş ise de bazı eşyayı yere düşürmüş veya yerinden oynatmış, binalara ha­sar vermemiştir”.